Yeni Adres

Yeni Sitemiz www.gezginimgezgin.com Adresine Taşındık.

Birazdan Güncel Sitemize Yönlendirileceksiniz.

26.04.2017

Münih Gezi Rehberi - Beşi Bir Yerde: Sanat,Tarih,Doğa,Teknoloji ve Bira


Gezgin: Hürol SİPAHİOĞLU
Yeni Sitemize Taşındık.

Güncel yazılarımızı 
adresinden takip edebilirsiniz.


Münih’i görmeden önce şehir hakkındaki önyargım, teknolojiye boğulmuş, mekanik, sanayinin çarklarının insanları öğüttüğü bir yer olduğu yönündeydi. Meğer şehirleşmenin insanı betonlaşmaya mahkum etmek demek olmadığını, sanatla yoğrulmuş bir tarihi de içine alan, yeşillikler içinde bir metropol olabileceğini gösteren örnek yerlerden biriymiş.

Zaten 2016 yılında dünyanın en yaşanası dördüncü şehri seçilmiş.  Aslında Münih şehri, bizim yaşımızdakilerin hayatına taa 1972 yılında girmişti; Filistinli gerillalar tarafından düzenlenen kanlı bir baskınla on bir İsrailli sporcuların öldürüldüğü Olimpiyatlar sırasında bir şekilde hepimiz ekranlardan da olsa, Münih’teydik…

Sonra filmler vardı Münih’te geçen… Mesela Fassbinder’in Veronica Voss’un Tutkusu…  Biraz entel takılıp filmin ağdalı psikolojik havasından yola çıkarak Münih ile özdeşleşen bir atmosferi konu alan bir yazı yazabilmeyi isterdim; ya da en azından Steven Spielberg’in yönettiği ve 1972 Olimpiyat Oyunlarını konu alan 2005 yılı yapımı Munich’i başlangıç noktası olarak almak hoş olabilirdi.

Ama benim aklıma gelen ise 1974 yapımı ‘Almanya’da Bir Türk Kızı’... Benim malzeme de bu… ‘O dönemlerin filmleri de çok içten, çok samimiydi’ diyenlere filmi biraz hatırlatayım. Olimpiyatlarla ünlenen Münih’i (kısa bir süre de olsa) fon olarak alan filmde, Neşe Karaböcek Şile civarında bir yerde ful makyajla kırda bayırda dolanıp Münih’e giden kocasının yolunu bekleyen Zeynep rolünde… Kocası Murat (Engin Çağlar) ziyarete gelir, ama yanında sarışın bir Alman bomba (bu bomba ise Ceyda Karahan’dır, bizim dönemin ergenleri kendisini iyi bilir) vardır.  Kocası Şile’de hoşça vakit geçirir, sonra Münih’e geri döner. Bu hoşça vakit geçirme sırasında, Zeynep’i  hamile bırakır.  Zeynep de  kocasının ardından Münih’e gider ve, Hauptbahnhof’a iner.  O dönem için yurt dışında (bir kısmı da olsa) film çekmek büyük sükse tabii, ayrıca Münih, Almanya’da Türk nüfusun en çok olduğu şehirlerden… Ve Neşe Karaböcek bir şekilde Almanları kendine hayran bırakan bir şarkıcı olur. Bu arada seyirci olarak biz de Neşe Karaböcek’in peşine takılıp gezeriz Münih’i…  Karlstor’da dolanırız, Propylaen civarında yürür, Bavyera Heykeli’ni görürüz, hatta Starnberger See’de Neşe’den şarkı dinleriz,  faşinge bile gideriz, tabii Olimpiyat bölgesini de görürüz.  Neşe gibi, bizim de başlangıç noktamız  Hauptbahnhof. (Bu arada Hauptbahnhof civarı, tek erkek gezginler için –gezmek, görmek dışında- başka eğlenceler de sunmakta, özellikle Bayer Strasse ve ona açılan yan sokaklarda… Yine Bayer Strasse’de Avrupa’nın en büyüğü olduğunu iddia eden bir kumarhane var, irili ufaklı bir çok kumar oynanacak yer de bu civarda… Nereden mi biliyorum; otelim oralardaydı. Neyse, bu yazının günaha davet kısmı bu kadardı; şimdi gezimize dönelim.

Ama önce bir not; bu yazı bir gezi yazısından çok bir rehber… ‘Gittim şuraları gördüm’den ziyade,  oralara nasıl gideceğinizi ve neler göreceğinizi anlatan bir derleme; Münih gezinizde size arkadaşlık edecek bir yazı.  Onun için uzun.

Almanya’nın üçüncü büyük şehri olan Münih, 1,5 milyon nüfuslu koca bir metropol, Bavyera’nın da başkenti. Münih, Benedikt keşişleri tarafından kurulan bir yerleşim, ismi de oradan geliyormuş. Şehrin adının geçtiği en eski tarihli belge 1158… 1178 yılında ise resmi olarak şehir haline gelmiş. 1255 yılından itibaren Bavyera hanedanlığının idari merkezi olan şehir 1506 yılında da başkent olmuş. Münih’teki Bavyera Hanedanlığı I.Dünya Savaşı sonuna kadar sürmüş.  Daha sonra komünist ayaklanmaları, Nazi hakimiyeti derken Münih 2.Dünya Savaşında yerle yeksan olmuş. Savaş sonrası Şehir, geleneksel yapılanma yerine eskiyi de koruyan şık bir şehre dönüşmüş. Şehrin merkezi, eski ve yeni belediye binalarına ev sahipliği yapan Marienplatz, hemen etrafında romanesk Peterkirche ve Münih’teki en görkemli kilise Frauenkirche ile meydanın  kapısı Karlstor’dan oluşmakta. Merkezden dört büyük 19 yüzyıl caddesi geçmekte: Sanat ve müze bölgesi Köningsplatz’a uzanan neo klasik Brienne Strasse, İtalyan tarzı yol üzerindeki üniversite ve kamu binalarına da yansımış olan Ludwig Strasse, lüks ve şatafat tutkunları için pahalı dükkanların sıralandığı neo gotik Maximilianstrasse ve müzeleriyle ilgi merkezi olan Prinzregentenstasse...

Münih, keşişler tarafından kurulduğundan mıdır, nedir, Almanya’nın tutucu bir bölgesi olarak kabul ediliyor (Bizim buradaki deneyimlerimizden sonra öyle tutuculuğa can kurban diyesi geliyor insanın), hatta 1618-1648 yılları arasında katolikler ve protestanlar atasındaki otuz yıl savaşlarında katoliklerin kalelerinden biriymiş. Gerçi Max I Joseph gibi Bavyera kralları, özgürlükçü tutumlarıyla şehrin çehresini değiştirmiş. Aslında burada Münih’e damgasını vuran Bavyera Hanedanlığından biraz bahsetmek gerekirdi ancak o kısmı, Bavyera Hanedanlığının en sansasyonel krallarından Ludwig II’nin saraylarını anlatacağım yazıya sakladım.

Sonuçta Münih bir çok sanatçı için de çekim merkezi olmuş; Gustav Mahler, Richard Strauss, Thomas Mann, Rainer Maria Rilke, Bertolt Brecht, Lion Feuchtwanger gibi sanatçılar Münih’in cazibesine kayıtsız kalmamıştır. Bir şekilde Münih’in cazibesine kayıtsız kalamayan bir kesimde genelde göçmenler, özelde Türkler; Münih, Türklerin en yoğun yaşadığı yerlerden.

Bu yazıda gezilecek yerleri sınıflandırıp ayrı bölümler olarak ele aldım. Müzelerle ilgilenenler, sadece o kısmı okuyarak yazının geri kalanına teğet geçebilir, keza kiliseler, anıtlar vb. de öyle… Bu yazı temel olarak görülecek yerlere odaklandı, yani orada kaldım, burada alış veriş yaptım kısmı yok. Ya da kısaca değinilmiş durumda. O zaman önce Münih’e ulaşalım, sonra şehir içi ulaşıma değinelim ve sonra da gezmeye başlayalım.

ULAŞIM

Ben Lufthansa’nın Ankara’dan doğrudan uçuşuyla Münih’e gittim; uçak Havaalanının T2 bölümüne indi. Münih Havaalanı  (Münich Flughafen) T1 ve T2 bölümlerinden oluşuyor, T2 bölümü daha yeni ve modern kısmı ve Lufthansa ile diğer Star  Allience üyesi havayolu şirketlerine hizmet veriyor. Ama nedense THY’ne, T1 bölümünü kullandırıyorlar (en azından 2017 Mart itibariyla). Diğer özel Türk havayolları da T1’de bulunuyor haliyle.

Münih Havaalanı Şehrin 33 kilometre kuzeybatısında, taksi tercih edebilirsiniz ama toplu taşıma ile Havaalanından Münih merkezine gelmek çok kolay. Havaalanındaki işlemleriniz bittiğinde çıkışa yöneliyorsunuz, havaalanı binasının çıkışının tam karşısında banliyö trenleri diyebileceğimiz S-Bahn istasyonunu göreceksiniz. Oradan S1 veya S8 hattı ile Münih’in ana tren istasyonu Hauptbahnhof’a gelebilirsiniz; zaten burası bizim gezilerimizin de başlangıç noktası…

Her iki hat da aşağı yukarı aynı zamanda Hauptbahnhof’a varıyor, 40 dakika kadar sürüyor yol; belki S8 biraz daha kısa olabilir… S8, Şehrin batısından önce Doğu İstasyonuna (Ostbahnhof) uğrayarak merkeze geliyor, S1 ise  Şehrin kuzeyinden dolaşarak ama doğrudan Merkez İstasyona geliyor… Kalacağınız yere göre hatları tercih edebilirsiniz. Asıl mesele dönüşte… Çünkü S1 hattında aynı tren hem Havaalanı hem de Freising semtine gidiyor, tren Neufahrn’da ayrılıyor. O nedenle trenin hangi bölümünün Havalanına gittiğine dikkat edin. Genelde S1 hattında trenin arka kısmı Havaalanına ayrılmış..

Tren bileti 11.20 Euro. Biletlerin mutlaka istasyon girişindeki mavi makinelerde aktive edilmesi gerekiyor ve 4 saat geçerli. Bunun yerine 12.80 Euroya günlük her bölgeye geçerli bilet alırsanız, gün içinde de rahat rahat kullanabileceğiniz bir biletiniz olur. Ayrıca Havalanından Merkez Tren İstasyonuna çalışan otobüsler de var, yarım saatte bir Hauptbahnhof’a ulaşılıyor, bilet fiyatı tek yön 10,50 Euro.

Dönüş için bir hatırlatma daha; Münih Havaalanı çok geniş bir yer ve ölü dönemde bile uzun kuyruklar olabiliyor. Bavulunuzu teslim ettikten sonra duty free’nin derinliklerine dalmayın, polis kontrolünden sonra uzun bir yürüyüşle uçağınızın terminaline gideceksiniz, bu arada kısa bir metro yolculuğu da yapacaksınız. Ayrıca her bir terminalde duty free dükkanları ve kafeler bulunmakta. Onun için önce çıkış işlemlerinizi bitirmeniz, sonra zamanınızı son alışverişe harcamanız önerilir.

Gelelim Münih’te şehir içi ulaşıma. Şehir içi toplu taşımacılık açısından, metro hattı (U Bahn), banliyö hattı (S Bahn), tramvay ve otobüs kullanılabilir. Şehirde 8 tane metro hattı, 8 tane banliyö tren hattı, 13 tane de tramvay hattı var. U ve S hatlarının çoğunun kesiştiği ana durak, Hauptbahnhof Durağı; sadece U4 ve U5 Karlsplatz’dan, U3 ve U6  Marienplatz’dan geçiyor. Hauptbahnhof, Karlsplatz ve Marienplatz birbirine çok yakın mesafeler ve Münih’in kalbini oluşturuyor, dolayısıyla buralar sizin sık sık geçeceğiniz yerler.

Toplu taşım biletleri, istasyonlardaki makinelerden, bilet ofislerinden ya da bazı otellerden sağlanabiliyor. Tek kullanımlık ya da çoklu biletler mevcut ve fiyatları bölgelere göre değişiyor. Kısa yolculuklar için (dört duraklık) tek bilet 1.40 Euro, her bölge için alınacak tek bilet 2,80 Euro,  10 kullanımlık biletler ise 13.50 Euro; bu biletler araç içindeki makinelere bastırılarak kullanım gerçekleşmiş oluyor. Bir de günlük biletler var, aldığınızda saat kaç olursa olsun, ertesi günün sabah 6’sına kadar kullanabiliyorsunuz; bu biletler bir kişi için 6.60 Euro, dış bölge 8.80 Euro , tüm bölgeler 12.80 Euro… Bu biletlerden 3 günlük almak isterseniz (sadece iç bölgede kullanmak üzere) 16.50 Euro ödüyorsunuz. Bu biletleri grup olarak da alabilirsiniz, 5 yetişkin veya 10 çocuk için günlük bilet  dış hatlar dahil 12.60 Euro, tüm hatlar için 29.10 Euro…

Bitmedi… Ve şehir kartı… Kendinizi oradan oraya atmak için en ideali, ayrıca yetmişe yakın müze, kafe, lokanta, gösteriye indirimli ya da bedava giriş hakkı veriyor. Gerçi iç bölge için geçerli ama yine de uygun, 1 günlük 11.90 Euro, 3 günlük 21.90 Euro, 4 günlük 27.90 Euro… 3 ve 4 günlüğün tüm bölgeler için şehir kartı bulunmakta ve fiyatları 34.90 Euro ve 44.90 euro… Şehir kartının yine grup için olanı da var; bu da günlük 19.50 euro, 3 günlük iç bölge 32.90 Euro, 4 günlük iç bölge 41.90 Euro, 3 günlük tüm hatlar 57.90 Euro, 4 günlük tüm hatlar 72.90 Euro…

Eh bir de, gezginlerin zaman zaman kurtarıcısı olan şehir gezi otobüsleri var. Münih gezi otobüsleri, şehrin ana noktalarını gösteriyor. Günlük tur 22 Euro, 2 günlük tur 27 Euro…  Hauptbahnhof’tan  yarım saatte bir kalkan turlar sabah 10’da başlıyor, son tur da saat 16’da…

Çok karışık gibi duruyor ama gezmeye başlayınca herşey yerini bulacak. Her gittiğim yerin ulaşım bilgilerini de vereceğim, ona göre nereye gitmek isterseniz hesabınızı kitabınızı yaparsınız. Münih’te toplu taşımacılık sisteminin denetimi pek olmuyor denir, güvene dayalı bir sistem olduğu için bilet kontrolleri pek yapılmıyor. Ama bir günde 3 defa bilet kontrolü yapıldığını da gördüm, ona göre… Cezası  60 Euro. Sadece doğru bileti almanız yetmiyor, bir de onu tren istasyonlarındaki ya da araç içindeki makinelerde onaylatmanız gerek. Tekrarlayayım; Münih’in esas görülecek yerleri Hauptbahnhof- Marienplatz, hadi bilemedin Odeonplatz arasında ve buralar yürüme mesafesi, yani  1-2 günlük kısa bir süreniz varsa zaten toplu taşımaya bile gerek duymayabilirsiniz. Ben anlatayım, tercih sizin…

Önce, gezinizde kolaylık sağlaması için önemli mekanlardan başlayalım, sonra müzelere, saraylara ayrıntıyla bakalım.

MEKANLAR, ANITLAR, HEYKELLER

Münih’te çeşitli dönemlere ait muhteşem yapılar, heykeller, anıtlar bulunmakta. Şehirde dolaşırken mutlaka karşınıza çıkacaklardır ama bazıları artık Münih’in simgesi olmuş yerlerden, onlara kesinlikle zaman ayırın. Bunların başında da Marienplatz’daki Altes Rathaus ve Neues Rathaus gelmekte.

Marienplatz’a girerken  1328 yılında Augustinus keşişleri tarafından kurulan Münih’teki en eski bira imalathanesi Augustinerbrau; hemen Neues Rathaus önünde de Meryem Ana Sütunu bulunuyor.






















Altes Rathaus, Şehrin eski belediye sarayı olup 1475 yılında Frauenkirche’nin mimarı da olan Jörg von Halspach tarafından tasarlanmış, daha sonra 1877-1934 yılları arasındaki yapımlar sırasında bugünkü neo gotik havasına bürünmüş. Marienplatz’ın sonunda yer alan binaya bitişik olarak eski kent kapısı olan Talbrucktor yer almakta. Kapının kulesinde ise bugün bir oyuncak müzesi var.

Neues Rathaus ise, yeni belediye sarayı olup 1867-1909 yılları arasında Georg Hauberrisser tarafından yapılmış. Binanın cephesi ince ince işlenmiş; Bavyera krallarının, elektörlernin, azizlerinin, kahramanların yüzlerce heykeli binayı süslemekte.

Göreceli olarak yeni bir yapı olmasına rağmen gotik havası bir ortaçağ sarayı havasını vermiş, binada şehir yönetimine ait idari binalar var, kavisli koridorlarının camları Münih tarihinden olayları konu alan vitraylarla süslü. Binanın ön yüzünün ortasındaki 80 metre yüksekliğindeki bölüm Glockenspiele olarak isimlendiriyor.

Buranın özelliği ise, hergün saat 11,12 ve 17’de danseden kuklalarının olması (O saatlerde tam karşısındaki Peterskirche’nin kulesinde yerinizi alırsanız gösteriyi daha net seyredebilirsiniz).  Birkaç dakikalık müzik girişinden sonra önce şövalyeler bir gösteri yapıyor, daha sonra alttaki beyzadeler geliyor, onlardan da bir dans bir eğlence, kendi etrafında dönmeler, reveranslar… Gösteri 10 dakikaya yakın sürüyor. Meğer bu, 1517 yılındaki veba salgını sırasında halka moral vermek için düzenlenen fıçıcılar dansını anlatıyormuş.

Münih deyince şehir kapıları da görülmeye değer yerler. Altes Rathaus’un yanındaki eski kent girişi olan Talbrucktor’dan bahsettik, şimdinin oyuncak müzesi. Sık sık göreceğiniz kapı ise Karlsplatz ile Neuhauser Strasse arasındaki Karlstor; 14 yüzyılda Şehri çevreleyen surların bir parçası olarak yapılmış. Önceden adı  Neuhauser Tor iken, 1791 yılında Prens Karl Theodore onuruna Karlstor adını almış. İç ve dış kale olarak düzenlenen duvarların zaman içinde yıkılması ardından geriye neogotik tarzdaki bu kapı kalmış.

Şehrin bir diğer kapısı ise Isartor… Isartorplatz’da bulunan bu kapı, 1337 yılında şehrin savunması için yapılan kalenin bir parçası. Önce bir kule olarak düşünülen kapının yanlarına iki kule daha eklenmiş. Isartor,  bugün hala kulesini ilk haliyle koruyan Münih’teki tek kapı, sadece 1835 yılında bir restorasyon geçirmiş. Bugün burada, komedyen Karl Valentin adına bir müze ve bir kafe bulunmakta. Isartor, şehrin doğusunda Isar nehrine yakın bir yerde bulunuyor ve şehir merkezine de çok yakın. Genelde metro ile buradan geçip gidildiği için görülmeyebilir ama bir fırsat bulup çevreye bakmanızda fayda var.

Son kapımız ise Sendlinger Tor. Şehrin güneyinde, yine savunma kalesinin bir parçası olarak yapılan kapı, Sendlingertor metro durağının hemen yanında ama şehir merkezine de yürüme mesafesinde… Neues Rathaus’un karşısındaki Rosen st.’den devam ederseniz Sendlinger Strasse’ye ulaşacaksınız, bu sokak da sizi Sendlinger Tor’a götürecek. 1318 yılında yapılan kapı, yine şehri kuşatan iç ve dış surların kesiştiği noktaların biri olarak düşünülmüş ve İtalya’ya giden yolun  başlangıcı olarak düşünülmüş. Bugünse alışverişe giden yolun başlangıcı olarak görülebilir, çünkü Sendlinger Stasse ve devamı, alışverişleriz planlarınız için çok uygun bir yer, mutlaka yolunuz düşer. Ayrıca burada çeşitli tiyatrolar, sinemalar, dünya mutfağından türlü seçenekler sunan lokantalar var.

Ortaçağ kapılarından başka, Münih’in bir de kapı gibi duran zafer anıtı var: Siegestor… Burası, Ludwig Strasse ile Leopold Strasse’nin kesiştiği noktada. Universitat Durağından ulaşabileceğiniz bölge, tam bir öğrenci bölgesi, sinemalar, lokantalar, kafeler, dükkanlar burayı renklendiriyor. 1852 yılında Bavyera Ordusu için yapılan, 21 metre yüksekliği, 24 metre eni olan bu anıtın tepesi mermer aslanlarla süslü.  Bu çevre Münih’in bir başka kültür, sanat ve eğlence merkezi.

Şehrin eski merkezinde dolaşırken mutlaka Alter Hof’a da bir uğrayın. Altes Rathaus’un yanındaki Talbrucktor’dan geçip sola doğru yürürseniz karşınıza çıkacak yapılar, 12 yüzyılda kale olarak inşa edilmiş.

Bürgenstock, Zwingerstock, Lorenzistock, Pfisterstock ve çeşmeden oluşan bina yapıları, Bavyera hanedanının ilk yerleşim bölgesiymiş. 1300 tarihli gotik tonozlarla desteklenen binanın bazı bölümleri son dönemlerde yıkılmış. Şu anda sivil toplum örgütlenmeleri ve sanatsal faaliyetlerin sürdürüldüğü birimler mevcutmuş. Şehrin en eski halinden manzaralar görmek açısından ilginç…

Münih’te görmeden gelmemeniz gereken bir yapı da Propylaen… Glyptothek ile karşısındaki Staatliche Antikensammlungen (Antik Eserler Müzesi) arasında kalan ve Luisen Stasse’ye bakan bina, adını Atina’daki Akropolis’in Propylae’sından almış. Neo klasik tarzda yapılan ve cepheye hakim olan Dor sütunlarıyla dikkati çeken bina I.Ludwig’in antik Yunan dünyasına olan hayranlığının sonucu olarak kendisinin  vakfı tarafından finanse edilmiş, ancak oğlu I. Otto zamanında tamamlanmış.  Binanın süslemelerinde, I. Otto önderliğinde Yunanlıların Osmanlılara karşı verdiği bağımsızlık savaşından sahneler yer almakta. Burası, Şehrin yeni bölümünün başlangıcı olarak kabul edilmekte.

Bir başka muhteşem yapı da Odeonplatz’daki Feldherrnhalle… Theatinerkirche ile Rezidenz arasında kalan bu yapı, Ludwigstrasse’nin yapımı sırasında yıkılan gotik kent kapısı Schwabinger Tor yerine 1841-1844 yılları arasında Friedrich von Gartner tarafından tasarlanarak inşa edilmiş. Bavyeralı kahramanların anısına yapılan anıtın ortasındaki 1882 yılına tarihlenen heykel 1871 yılındaki Fransa-Prusya Savaşı kahramanlarına adanmış. Burası aynı zamanda, Hitler’e yapılan başarısız ‘Birahane Darbesi’nin de gerçekleştiği yermiş.

Löwenturm ise, Rindermarkt civarında Pieterkirche’nin biraz ilerisinde yer alan 16 yüzyıldan kalma bir kule. Burası bir parkın su kulesi olarak yapılmış, şimdi ise şehrin turistik  merkezi ile iş merkezi arasında kalmış, modern binalarla çevrelenmiş bir yapı. Zaten sadece bakmalık…

Bir ilginç anıt da,  Breinner Strasse üzerindeki Obelisk; Glyptothek ile Staatliche Antikensammlungn arasından bakıldığında gözünüze çarpacak 29 metre uzunluğundaki bu dikilitaş, Fransa’nn işgali sırasında ölen 30.000 Bavyeralı askerin anısına 1833 yılında Leo Von Klenze tarafından yapılmış. Tuğla üstüne bronz kaplama olan sütunun metal kısmı ise, Navarin Savaşında batırılan Osmanlı gemilerinden temin edilmiş. Eğer Ekimde Münih’teyseniz meşhur Oktoberfest’e katılırsınız bir ihtimal… (mesela Neşe Karaböcek katılmıştı, yok galiba o faşinge katılmıştı ve sanırım faşing yapılan yer Beyoğlu’nda bir stüdyoydu). Bira mayalanması ile başlayıp bira fıçısına musluk takılmasıyla coşan festivalde biralar su gibi akarmış. Ama eğer başka dönemlerde giderseniz, yine de Oktoberfest’in ana meydanına uğrayın. Theresienwiese  metro durağından çıktığınızda zaten alanı göreceksiniz. Göreceğiniz bir başka şey de alanın öbür ucundaki Bavyera Heykeli… Bu Heykel, 18 metre yüksekliğinde olup 1844-1850 yılları arasında Ludwig Schwanthaler tarafından yapılmış. Arkasında da ünlü Bavyeralıların büstünün olduğu neo klasik Ruhmeshalle bulunmakta.



Münih’in en şık bulvarlarından Maximilianstrasse üstünde yürürken Kral Maximilian Heykelini de görebilirsiniz.

Yolun devamında ise, Isar Nehrinin öteki kıyısında Maximilianeum var. Burası 1949 yılından beri Eyalet Parlementosu olarak çalışmakta. Kral Maximilian II tarafından 1857 yılında projelendirilmiş. Neoklasik tarzda başlayıp Rönesans etkileriyle 1874 yılında tamamlanan Saray’ın cephe süslemeleri görülmeye değer.





Isar’ın karşı kıyısında göreceğiniz diğer bir anıt da, Prinzregentenstrasse’nin devamında göreceğiniz Friedensengel… Barış Meleği olarak, 1871 Fransız-Alman Savaşı sonrası kurulan barış için,1896-1899 yılları arasında yapılan Heykel, Maximilian Parkının Isar’a bakan tarafında. Heykel çevresinde çeşitli Alman krallarının heykelleri bulunmakta.








İlginizi çekecek bir başka heykel de, Yürüyen Adam… Bu Heykel, 1995 yılında Jonathan Borofsky tarafından 17 metre ve 16 ton olarak yapılmış Leopoldstrasse’de Munich Re İş Merkezinin yanında görülebilir.


Bu arada Karlsplatz’daki Adalet Sarayı’na da göz atmanızda fayda var. Zaten şehrin merkezine giderken gözünüze çarpacak olan bina (karşısında Karlstor bulunmakta) 1891-1898 yılları arasında neobarok tarzda yapılmış. Yanında da içinde nefis bir kafe ve görkemli bir havuzu olan Botanischegarten bulunmakta.

Frauenkirche’nin arkasında, Kreuzviertel’deki  Holnstein Konağı olarak adlandırılan barok tarzındaki malikane 1821 yılından itibaren Münih ve Freising Başpiskoposun ikametgahı olarak kullanımaktaymış (Erzbischoefliches Palais). Elektor Karl Albrecht tarafından 1733-1737 yıllarında oğlu CuvilliesFranz Ludwig için yaptırılmıştır. Yolunuz düşerse göz atın. Eğer zamanınız ve paranız varsa, Bayerische Staatsoper’da bir gösteri izleyin; ben oradan oraya koşuşturmaktan dolayı izleyemedim. Resizdenz ile yanyana olan binanın yapımına 1811 yılında başlanmış ama maddi yetersizlikler dolayısıyla ancak 1818 yılında açılmış. Binayı gezmek de mümkün, 10 Euro giriş ile her gün saat 14’de rehberli tur mevcut.

Dünya futbolunun efsane takımı FC Bayern München’in stadyumu olan Allienz Arena ilginizi çekiyorsa U6 hattı üstündeki Fröttmaning durağından buraya ulaşabilirsiniz. UEFA’nın beş yıldızlı futbol sahaları içinde gördüğü yer, 2005 yılında yapılmış. Stadyuma maç izlemeye gidebileceğiniz gibi, gezmek için de gidebilirsiniz. İşin açığı ben gitmedim. Bana göre altı üstü bir stadyum. Hem zaten stadyumun maketi Stadtmuseum’da var, bilginize…

Münih’te eğlenceye doymak, gecelere akmak için Gartnerplatz ile Glockenbachviertel’e uğrayabilirsiniz. Şık lokantalar, keyifli kafeler, tasarım dükkanları, barlar burada yoğun. Isar Nehrinin karşı kıyısı ise, daha çok yerleşim bölgesi olarak çok ilginç değil, zamanınız varsa, sokaklarına dalınabilir. Eğlencelere doyamadım diyorsanız Kultfabrik öneriliyor ama ben gitmedim.

SARAYLAR, ŞATOLAR

Bavyera, saraylar ve şatolar açısından çok zengin bir bölge… Ben beş saray/şatoya gittim, bazıları şehir dışında ama gerçekten görmeye değer yerler. Burada şehir çevresinde olan üç sarayı anlattım.  Belki de esas kaçırılmaması gerekenler, Münih’in dışında; Kral Ludwig II’nin iç dünyasını yansıtan  Linderhof ve Neuschwanstein sarayları zaman ayrılıp görülmesi gereken yerler, ayrıca Kral’ın hazin öyküsü de bu saray/şatoları daha ilginç hale getiriyor. Ama bunlar başka bir yazının konusu. Biz şimdi Münih’e geri dönüp merkezdeki saraylara göz atalım.

Rezidenz


Bavyera krallarının meskeniyken 1920 yılından itibaren müze olarak kullanılan, Şehrin tam merkezinde Odeonplatz’da Hofgarten’ın hemen yanında bulunan bir saray; Odeonplatz’da (U3,4,5,6 hatları geçiyor) metro durağından çıkınca, ana girişi Hofgarten’ın çıkışında, rönesans tarzı iki muhteşem kapılı ön cephede bulunuyor, giriş önünde de Meryem Ana heykeli var. Ama Müze girişimiz doğu tarafta; metro çıkışında karşınıza çıkacak anıt bina Feldherrnhalle’ye yüzünüzü döndüğünüze soldaki yoldan 50 metre giderseniz Saray/Müze girişine ulaşacaksınız.

Müze üç bölümden oluşuyor; Königsbau, Eski Rezidenz ve Festsaalbau… Festsaalbau’nun içinde ise Cuvillies Tiyatrosu var. Burada ayrıca Bavyera Senfoni Orkestrasının önceki salonu olan Herkulesaal bulunmakta. Rezidanzın kraliyet salonları, hazine dairesi ve Cuvillies Tiyatrosu için bilet aldığınızda 13 Euro tutuyor. Müze ve Hazine daireleri Nisan-16 Ekim arasında 9-18 arası, diğer zamanlar 10-17 arası açık; Tiyatro ise değişken  çalışma saatinlerine tabii, ancak özetle bahar- yaz döneminde 9-18, diğer dönemlerde 14-18 arası açık denebilir. Müze, pazartesileri de açık. Saray, 2.Dünya Savaşında hasar görmüş ama restore edilmiş. Daha önceki gelişimde görmüştüm ama 2017 Mart ayı itibariyle Sarayın Köningsbrau kısmı, dolayısıyla 19 yüzyıl porselenleri, Ludwig I ve Kraliçe  Therese ‘nin odaları ile Sarayın göz bebeği Nibelungen Salonları kapalı.

Saray 1385 yılında Wittelsbach Şatosu olarak yapılmaya başlanmış ve günümüzde Almanya’daki şehir içinde bulunan en büyük saraymış. 130 oda ve 10 avlusu olan bina, Bavyera Hanedanının şaşaasına ayna tutmakta.

Saray odaları ve sanat kolleksiyonları zaman içinde genişleyerek Wittelsbach hanedanının zevkine göre  rönesans, barok, rokoko, neoklasik tarzlarından esinlenen bölümlerle genişlemiş.

Saray Müzeye girişiniz doğu tarafındaki Grottenhof’tan oluyor; burası tüfle kaplı midyelerle, camlarla yapılmış bir bölüm… Tabii beklediğim bu değildi, koca Bavyera Krallığı midyelerden, kabuklardan saray yapmış kendine diye bir hayıflandım. Ama oradan geçilen Antiquarium insana haddini bildiriyor.

Burası Sarayın en eski odası, 66 metre uzunluğunda, rönesansın havasını taşıyan bu oda Albrecht V tarafından antika koleksiyonunu sergilemek üzere 1568 yılında yaptırılmış, sonraları toplantı, merasim odasına dönüşmüş.  Porselen Odası da ayrıca görülmeye değer.
Sonra yaşam odalarına geçiliyor. Elektörlerin birbirine geçişli odaları Sarayın şatafatını gözler önüne seriyor. Saraydaki birbirine geçmeli bu odalar, o dönemin soylu hayatını ortaya koyuyor, bol şaşaa, zenginlik, görkem ve  etrafınızı sarmalayan resim ve heykeller, Alte Pinakothek’te gördüğümüz ‘Üzüm Yiyen Dilenciler’ tablosu burada da var.

Sarayda Bütün Azizler Kilisesi görülmesi gereken bir diğer yer;  I.Ludwig tarafından 1826-1837 yıllarında İtalya’daki Palermo’daki Norman-Bizans kiliseden esinlenerek yaptırılmış bir yapı. Ayrıca ana girişteki Michaelskirche’den esinlenerek yaptırılan Hofkapelle’de görülebilir.

Tabii Hazine bölümü, Hanedanlığın şaşaasını gösteren biçimde zengin ve ışıltılı. Türlü kıymetli taşlarla süslü taçlar, nişanlar, tahtlar, asalar, mücevherler yanında kralların vücutlarından kalanlar, kraliçelerin haçları sergilenmekte. Mücevherlerle süslü atlı Aziz George heykelciği ile Bavyera kraliyet tacı ve kılıcı ise mutlaka görülmesi gerekenlerden.

1751-1753 yıllarında François Cuvillies tarafından tasarlanıp yapılan Cuvillies Tiyatrosu ise Mozart’ın Idomeneo’sunun ilk defa sergilendiği rokoko tarzdaki gösterişli bir salon; Sarayın batı tarafında yer almakta.



Rezidenz, Münih’te mutlaka görülmesi gereken yerler arasında; Münih kraliyetinin zenginliğine tanıklık eden en parlak örnekler burada. Müzeyi gezmek yarım gününüzü alır, aklınızda bulunsun.

Rezidenz’in çevresinde de görülecek çok yer var. Tam karşısındaki Palais Preysing bunlardan biri. Geç barok tarzındaki bina, Rezidenz’in karşısında olmak isteyen Pretsing Hohennaschau tarafından 18 yüzyılda yaptırılmış, daha sonra bir bankaya devredilmiş. Rezidenz civarında dolaşırken göreceksiniz.

Nymphenburg Sarayı



Nymphenburg Sarayı, Şehir merkezine biraz daha uzak bir yer, yürüyerek ulaşmak yorucu olabilir, U1 ve U7 metro hatları üzerindeki Rotkreuzplatz durağı kullanılarak ulaşılabilir, ya da 17 numaralı otobüsle. Sarayın dış bahçesine giden yol başında inince Türk Konsolosluğunu da görebilirsiniz. Saraya giriş 8,50 Euro. Saray Nisan-15 Ekim arasında 9-18, diğer zamanlar 10-16 saatleri arasında ziyaret edilebiliyor. Bahçedeki köşkler 16 Ekim-Mart arası kapalı.











Kraliyetin yazlık mekanı olarak kullanılan Nymphenburg Sarayı, 1664 yılında taht varisi olarak doğan Elektör Ferdinand Maria ile eşi Henriette Adelaide  çiftinin çocuğu Max Emanuel adına Agostino Barelli’ye yaptırılmış. (Max Emanuel, Osmanlılara karşı Viyana’nın savunmasında önemli rol üstlenmiş biri). Saray mimari açıdan olduğu kadar bahçe tasarımı açısından da Avrupa’nın en güzel saraylarından biri olarak kabul ediliyor. 1701 yılında Max Emanuel, ek binalar da yaptırmış. 1715 yılında kemerli geçitlerle birbirine bağlanan  dört köşk daha yapılmış. Wittelsbach Hanedanının muhtelif üyeleri tarafından zaman içinde çeşitli yapı ve dekorasyon eklemeleri yapılmış. Ana binanın girişi, barok ve rokoko tarzdan neoklasik tarza uzanan bir çeşitlilik göstermekte. Saraya girer girmez Tanrıça Flora’ya adanan Festsaal insanı büyülüyor; rokoko tarzındaki bu balo ve toplantı salonu, kapılarından duvarlarına kadar doğayı betimleyen freskolar, heykellerle dolu… Sarayda muhtelif yaşam odaları bulunmakta; Ludwig II’nin doğduğu oda da bunların arasında. Ayrıca Ludwig I’in çapkınlıklarına konu olan hanımların portrelerinin de sergilendiği Güzeller Galerisi’de özellikle erkek ziyaretçileri kıskançlığa boğacak gibi.


Sarayın girişindeki havuzlu bahçe, arkasındaki park alanı mutlaka görülmeye değer. Bir başka görülesi yer de Saray eşrafının at arabaları ve kızaklarının sergilendiği Marstallmuseum… Fayton der geçilir; halbuki Sarayın ışıltısı buraya da yansımış. Özellikle taç giyme törenlerinde kullanılan arabalarla kışın kullanılan kızaklar uzun uzun seyredilmeyi hak ediyor. Özellikle Kral Karl VII’nin taç giyme törenindeki araba, o günleri yaşatacak kadar canlı sergilenmekte.

Bu gidişimde sadece Sarayın ana yaşam odaları ve Saray arabalarının sergilendiği Marstallmuseum açıktı ama şu an kapalı olan, Max Emanuel’in çılgın eğlencelerle geçen hayatının sonunda kendisini ibadete verdiği Magdalenenklause, Saray çevresindeki muhtelif köşklerden Amalienburg, Badenburg, Pagodenburg’a da mutlaka uğrayın. 18-20 yüzyıllar arasında yapılan Nymphenburg porselenlerin sergilendiği porselen salonu da ilginizi çekecektir.

Nympenburg Sarayı, Münih gezisinde kayıtsız kalınacak bir yer değil ancak gerek ulaşımın biraz zaman alması, gerekse gezilecek yerlerin çok olması ve geniş bir alana yayılmış olması, buraya ciddi bir zaman ayırmanızı gerektirebilir. Buna karşılık burada hem tarih, hem sanat, hem doğa açısından çok doyurucu zaman geçireceğiniz de bir gerçek.

Schleissheim Sarayları



Schleissheim Sarayları üç ayrı saraydan oluşuyor. Burası şehir merkezinin dışında, gidecekseniz biletinizi her tarafa geçerli tarifeden almanızda fayda var. Buraya (Havaalanında kullandığımız) S1 banliyö hattı ile gidebilirsiniz, Oberschleissheim durağında ineceksiniz. Saray oradan 15 dakika yürüme mesafesinde. Yürümek istemezseniz, hemen istasyon önündeki duraktan 292 numaralı otobüse biniyorsunuz ve Schleissheim Schloss ya da bir sonraki Lustheim durağında iniyorsunuz. Veya U2 metro hattıyla Am Hart’a kadar gelip, oradan 295 numaralı otobüse biniyorsunuz, ineceğiniz duraklar aynı. Yalnız 295 numaralı otobüs Pazar günleri çalışmıyor, 292 ise saat 15’e kadar çalışıyor. Ama dedim ya, 15 dakikalık bir yürüyüş sizi S1 hattına (Oberschleissheim durağına) geri getirecektir.

Saraylar Nisan-Eylül arasında 9-18 saatlerinde, Ekim-Mart arasında 10-16 arasında açık. Burası Eski Saray, Yeni Saray ve Lustheim Sarayı’ndan oluşuyor; giriş fiyatları sırasıyla  3.50, 3 ve 1.50 Euro, kombine bilet alırsanız 7 Euro.

Eski ve Yeni Saray, birbirine yakın ve  Schleissheim Schloss durağının hemen orada; Lustheim ise bu saraylara 1 kilometre mesafede, isterseniz 292 veya 295 ile Lustheim durağına kadar otobüsle gidebilirsiniz.

Schleissheim Sarayları, Wittelsbach Hanedanlığının en geniş ve en etkileyici saraylarından. Eski Saray, 1595 yılından itibaren hanedanlığın kır evi olarak kullanılan bir yerin üstüne yapılan Rönesans etkileri taşıyan bir saray, 2.Dünya Savaşında çok hasar görmüş, restore edilmiş. Barok tarzındaki Yeni Saray ise 1701 yılında Max Emanuel tarafından mimar Henrico Zuccalli’ye yaptırılan, kanallarla birbirine bağlanan bahçeleriyle bir bütün oluşturan dört kanatlı bir saray. Gerçi Max Emanuel burada hiç yaşamamış. Sarayın iç dekorasyonu, döşemeleri, duvar resimleri bir bütün olarak Bavyera baroğunun en üst örneklerinden.  Özellikle Büyük Salon, Viktoryen Salon ve Büyük Galeri’ye dikkat. Lustheim Sarayı ise aslında bir av köşkü. Bahçede ise devasa bir bira bahçesi varmış ama mevsim dolayısıyla bir faydasını görmedim o bahçenin.

Yeni Saray, bugün bir yaşam alanı olarak sergilenmekte… Eski Saray, bugün  Bayerisches National Museum’un 2 bölümüne ev sahipliği yapıyor; Prusya’nın etnografik malzemeleri ile daha çok dini objeleri içeren folklorik koleksiyon.  Bavyera Milli Müzesi’nde çok üstün örneklerini gördüğümüz dinsel konulu ‘Native scene’lerin (bana göre daha uyduruk) muhtelif versiyonları var; bunların arasında bir de Mevlevi derviş görmek hoş bir sürpriz olsa da kendiniz görün, sanki mahalle pazarından alınmış gibi.

Lustheim Sarayı ise yine Bayerisches National Museum’un bir bölümü olarak Meissen porselenlerine ev sahipliği yapıyor. Ama bu porselenlerin de en iyi örneklerini hem Bavyera Milli Müzesi’nde hem de II.Ludwig’in saraylarında görebilirsiniz.












Zamanınız kısıtlıysa burayı atlayın derim; yolu uzun, gezmesi zaman alıcı, içeriği ise diğer saraylarla karşılaştırılınca en azından bildik… Hem gezinizi saraylarla doldurmak da istemezsiniz herhalde.

Not:
Münih’in hemen dışında Dachau’da (Toplama kampının olduğu yer) bir saray daha var ama ben gitmedim. Gitmek isteyenler S2 banliyö hattıyla Dachau ‘ya gidebilirler. Burası  kale olarak 1100 yılında Wittelsbach’lar tarafından yaptırılmış ama 1398-1403 yıllarında yıkılmış. 1546 yılında William IV tarafından bir rezidans olarak yeniden yaptırılmış. Gerisini gidenler tamamlasın…

DACHAU NAZİ TOPLAMA KAMPI



Münih banliyösü olan Dachau’da Nazilerin ilk toplama kamplarından biri var. Yüreğinizin burkulacağı, insanlığınızdan utanacağınız bir yer; şen şatır bir tatil gezisi için gidin diyemem ama gitmeyin demeye de dilim varmaz, çünkü gayet ibretlik bir yer. Dachau, S2 hattı üzerinde (Altomünster ve Petershausen tarafı) bir yer; Dachau’da inince istasyon önündeki duraktan 726 numaralı otobüse biniliyor ve KZ Gredenkstatted durağında iniliyor.  Burası da Münih’in banliyö hatlarından, biletinize dikkat. Dachau Toplama Kampı, 9-17 saatleri arasında ücretsiz olarak ziyaret edilebiliyor.

Kamp girişindeki demir kapıda ‘Çalışmak özgürleştirir-Arbeit macht frei’ yazıyor; güler misiniz, ağlar mısınız, yoksa bu ne yaman çelişki anne, diyerek kendimize mi yanarız, bilmem artık…  Burası, Hitler’in 1933 yılında şansölye seçilmesinden hemen sonra siyasi suçlular için kurulmuş 4000 m2 lik bir kamp, diğer toplama kampları için prototip bir yer olmuş; SS’ler için de bir vahşet okulu… Amerikan askerlerinin 1945 yılında girmesiyle kamptaki vahşet durmuş. 1945-1948 yıllarında ise Amerikalılar Nazileri burada hapsetmiş. 1963 yılına kadar da mülteciler buraya yerleştirilmiş.


Dachau’da Nazi vahşeti altındaki 12 yılda 200.000 kişi hapsedilmiş. Kampa girince sağda mahkumların çalışma yeriyle başlıyorsunuz gezmeye, sonra yatma, yemek, banyo, tuvalet yerleri, ibadet alanları var. Odalarda Nazilerin uyguladığı işkenceler şematik olarak anlatılmış. Mahkumların ve özel tutukluların yaşamları anlatılmış. Aynı zamanda Kampın yöneticisi Nazi subayları hakkında da bilgiler veriliyor. Bazı bölümler müze olarak düzenlenmiş, mahkumların, yöneticilerin eşyaları, mektupları sergilenmekte. Aynı zamanda mahkumların resimleri var, bazıları gülen gözlerle bakmışlar fotoğraf makinelerine, sanki canım ne kadar kötü olabilir ki, dercesine kaygısızca, hatta belki her şey iyi olacak diye bir umutla…


Kamp mahkumlarının sınıfları; tabii ki başta Yahudiler, yahova şahitleri, eşcinseller, politik muhalifler, göçmenler ve asosyaller (eyvah, eyvah…). Kampı gezdikçe üstünüze basan kasvet artacak ama bekleyin, sırada gaz odaları ve fırın var. Mahkumlara banyo yapmaya götürüldükleri söyleniyormuş; mahkumların gaz verildiği an ki acıları, şaşkınlıkları, çaresizlikleri, hayal kırıklıkları sanki duvarlara sinmiş, dayanabilirseniz dayanın…

Sersemlemiş olarak çıkacaksınız. Kampın bulunduğu coğrafya nasıl güzel; mart soğuğunda bile etraf yemyeşil, baharın ilk çiçekleri açmış, mırıl mırıl akan bir çay… İnsan bu güzelliğin içinde nasıl bu kadar acımasız olabiliyor, inanması zor. Kampı rehberli turla da gezebilirsiniz, yaklaşık 3 saat sürüyormuş. Siz kendiniz gezerseniz, en azından 2 saat ayırın. (Size bir öneri; Kamptan çıktıktan sonra, biletinizin bölgesi de uygun, atlayın Starnberger Gölüne gidin, ruhunuzu dinlendirin. Yazının ilgili bölümünden bakılabilir)

SELER, KATEDRALLER

Münih, Bavyera’nın başkenti olagelmiş bir şehir, bu nedenle kilise açısından zengin. Bunların bir kısmı 2.Dünya Savaşında ciddi hasar görmüş, sonra restorasyona tabi tutulmuş. Münih’teki kiliseler, 10-18 saatleri arasında açık ama siz gitmek istediğiniz kilisenin web sayfasından yine de bir göz atın. Ben gezdiklerimi anlatayım, sonrası size kalmış.

Frauenkirche


Marienplatz’da Neues Rathaus’un arkasına düşen bu Katedral, Münih’in olmazsa olmazı, kent siluetine renk katan ana kilise. Ama dışı, içinden daha görkemli. Burada 13 yüzyılda Meryem Ana Şapeli varken, Prens Sigismund tarafından bu Şapel büyük bir katedrale dönüştürülmüş ve bina 1488 yılında tamamlanmış. Burası Münih ve Freising başpiskoposluğunun merkezi. Bavyera’da bir çok kilisede göreceğiniz soğan biçimli kubbelerin en güzel örneklerinden biri Frauenkirche’de, bu bakır kubbeler 1525 yılında eklenmiş. İki kule yaklaşık aynı uzunlukta, 99 metre; Şehir merkezinde bu kulelerden yüksek bina yapılmasına izin verilmiyor. Kırmızı tuğladan gotik tarzdaki Katedral, 20000 kişilik kapasiteye sahipmiş; uzunluğu 100 metre, genişliği 40 metre. Katedral içindeki 1500’lerden kalma Meryem Ana tasviri ile Aziz Andreas altarına dikkat. Katedralin kuleleri, birkaç yıl önce gidişimde de tadilattaydı, bu yıl gittiğimde de; onun için tepesine çıkılamıyor. Katedral, 2.Dünya Savaşında hasar görmüş ama Şeytan’ın ayak izi olarak bilinen girişteki  kara leke duruyor. Efsaneye göre, Katedral yapıldığında Şeytan burada durmuş ve minik pencereli bu koca binaya gülmüş de gülmüş.

Peterskirche

Marienplatz’da Rindermarkt  tarafında yer alan Peterskirche, Neues Rathaus’un karşısında, biraz aşağısında kalıyor. Merkezdeki en eski kiliselerden, 11 yüzyılda yapılan ilk kilise zaman içinde değiştirilip genişletilmiş. Münih’teki ilk manastır yerleşkesi olarak da biliniyor. 18 yüzyıldan kalma altarı ve tavandaki freskolar göz alıcı. Kilisenin ‘Alter Peter’diye bilinen kulesinin sadece 2 tarafında saat var, bu kuleye 299 basamakla çıkılabiliyor. Çıkabilirseniz Münih’in kalbi olan bölgenin en güzel manzarasını görebilirsiniz.  Yalnız kulenin tepesine çıkmak için 299 basamak yanında  3 Euro da ödemek gerekiyor. Kule, sabah haftaiçi 9, haftasonu 10’da açılıyor, akşam ise kışın 17.30, yazın 18.30 da kapanıyor.




















Michaeliskirche


Michaeliskirche, Karlsplatz ile Marienplatz arasındaki yolda yer alan bir kilise olup Kuzey Alplerin en büyük Rönesans kilisesi olarak kabul ediliyor. Güney Almanya erken barok döneminin etkilerini taşıyan, ön cephesinde de maniyerist etkiler görülen kilise, bölgenin ilk Cizvit kilisesi olarak kabul edilmekte olup, William V tarafından 1583-1597 yılları arasında yaptırılmış.  Wittelsbach Hanedanının bir çok üyesinin naaşı burada bulunuyor; Saraylarla ilgili diğer yazımızda adını sık sık duyacağınız masalsı kral II Ludwig’in mezarı da burada…






Sık sık önünden geçeceğiniz bu Kiliseye bir göz atın, barok süslemeleri göz alıcı, kapısındaki Başmelek Mikail’in canavar şeklindeki şeytanla savaşını tasvir eden heykel dikkat çekici. Binanın yapımı sırasında kulesi çökmüş, yani Başmelek Mikail şeytanla mücadelesine ara verip biraz kilisenin yapıma destek vereymiş, iyiymiş…


Kilisenin iç dekorasyonunda, Katolikliğin gerçek iman yolu olduğunu gösteren tasvirler varmış.






Theatinerkirche (Sankt Kajetan)

Bu kilise, Odeonplatz’da yer alıyor, metro durağından çıkar çıkmaz göreceksiniz; gerçi tadilattan dolayı sarılıp sarmalamış durumda ama yine de İtalyan barok tarzının haşmeti dikkatinizi çekecektir.

1663-1690 yılları arasında Barelli ve Enrico Zuccali tarafından Roma’daki Sant’ Andrea della Valle esintisiyle yapılmış. Elektör Ferdinand ve eşi Henriette Adelaide tarafından Max Emanuel’in doğumu nedeniyle 1662 yılında yaptırılmasına karar verilmiş. Katolik kilisesi olan yapının ön cephesi yoğun rokoko süslemeleriyle dolu. Kilise’nin kuleleri, zamanın mimari anlayışı için oldukça sıra dışıymış ve yapımı çok tartışma yaratmış. Kilise’de Bavyera hanedanının bir çok üyesinin naaşı bulunuyor, Kral Maximilian II, bunların başında geliyor. 

Assamkirche (St Johann Nepomuk)

Burası, diğerlerine göre daha küçük hacimli bir kilise, ama içi ne şatafatlı, ne şaşaalı, oymalar, resimler, freskolar, heykeller, insanı şaşkına çeviriyor.

1733-1746 yıllarında Asam kardeşlerin kendi özel kiliseleri olarak yaptırılmış, ancak baskıyla sonradan halka açılmış bir yer. Aslında Asam kardeşlerin kendilerine ev yapmak için satın aldıkları 2 bina ve çevresindeki arsaların birleştirilmesinden oluşan, her santimi ince işçilikle bezeli, gözünüzü alamayacağınız bir yer. Asam kardeşler, kendilerine göre yaptırmışlar burayı, hatta evlerinin penceresinden Kilise’nin altarını görecek şekilde düzenlemişler. Kilise,  Güney Almanya’daki geç Barok tarzın en önemli temsilcisi kabul ediliyor.  Kilise, Tuna’da boğulan Bohemyalı  keşiş Nepomuk’a adanmış; tavanda da, Aziz Nepomuk’un hayatını anlatılıyor, kemik parçası da Kilise ‘de saklanıyor. 2.Dünya Savaşı sırasında ciddi hasar görmüş bir yer.  Burası Sendlinger metro durağına yakın, Marienplatz ile Sendlinger Kapısı arasındaki yolun üstünde.


Heiliggeistkirche

14 yüzyılda gotik tarzda yapılan bu Kilise, 1724-1730 yılları arasında yeniden tasarlanmış, içerisi Asam kardeşler tarafından yaptırılan rokoko freskolarla süslüyken dış cephe 1885 yılında yeni barok tarzında yapılmış.

2 Dünya Savaşı sırasında hasar gören Kilise, Marienplatz’da Viktualienmarkt’ın hemen yanında… Tadilat geçiren Kilisenin içi görülmeye değer.

Bürgersaal Kirche

Karlsplatz’da bulunan bu kilise, Johann Georg Ettenhofer tarafından 1710 yılında yapılmış olup Cizvit bağlantılı Meryem Ana cemaatine aittir.



Ignaz Günther’in rokoko heykeli Koruyucu Melek ve  2. Dünya Savaşı sırasını sağlam atlatan freskolar görülemeye değer. Kilise, 2. Dünya Savaşı sırasında kentin önde gelen Nazi karşıtlarının ve semt rahibinin naaşlarına ev sahipliği yapmakta.

Ludwig Kirche

Odeonsplatz ile Universitat durakları arasında ana caddede olan ikiz kuleli bu Kilise, romanesk kiliselerden etkilenilerek 1829-1844 yılları arasında yapılmış.



Koro bölgesindeki Peter von Cornelius tarafından yapılan mahşer freskosu görülmeye değer. Bu, 19 metreye 11.50 metre boyuyla  dünyanın en büyük freskolarından biri olarak kabul edilmekteymiş. İsa’nın Doğuşu ve Çarmıha Gerilişi’de Kilise’deki büyük ölçekli freskolardan… Ayrıca dört müjdeci ve İsa heykeli de dikkat değer eserlerden









Sankt Lukas Kirche

St.Lukas Kilisesi, Münih’teki en büyük protestan kilisesi, 1893-1896 yılları arasında tamamlanmış.

Isar’ın kıyısında, Marienplatz ile Steinsdorfstrasse arasında bulunan Kilise’nin dış cephesi romanesk formdayken iç yapısı erken Ren-Gotik tarzında. Kilisenin pencere vitrayları, zamanın en önemli ustası Charles Dixon tarafından yapılmış ancak ne yazık ki, 2.Dünya Savaşı sırasında hasar görmüş, 1946 yılında aynı görkemi yakalayarak Hermann Kaspar tarafından yenilenmiş.

Sankt Anna Klosterkirche

Lehel’deki (U4 ile gidilebilir) St Anna Kilisesi 1887-1892 yıllarında rokoko tarzında yapılmış olup tasarımı Gabriel Seidl’e ait.

Sankt Benno Katholische Kirche




Nispeten yeni bir kilise; Şehrin büyümesi sonucu, 1908 yılında neo romanesk tarzda yapılmış. Theresienstrasse metro durağına civarındaki kilise, önünde Aziz Benno’nun heykeli, altarı ve vitrayları ile dikkat çekici. Ama biraz uzak; bu kadar kilise yetmedi bana diyorsanız, Maxvorstadt meydanına kadar gideceksiniz mecburen.







Dreifaltigkeitskirche
Frauenkirche’nin arkasına düşen Kutsal Teslis Kilisesi, İspanya ile girilen savaşta adak olarak 1711-1718  yıllarında yapılmış; Bavyera tipi barok tarzdaki Kilisenin kubbesindeki Cosmas Damian Asam’ın Kutsal Teslis Freskosu özellikle dikkate değer. Burası 2.Dünya Savaşında hasar görmeyen ender yapılardan biriymiş.
*'internetten alınmıştır

Paul Kircke



Theresienwiese durağından ulaşabileceğiniz bu görkemli Roman Katolik kilise, 1892-1906 yıllarında Georg von Hauberrisser tarafından gotik tarzda yapılmış, halen tadilatta olduğu için dış görüntüsü hakkında pek bir şey diyemeceğim.

St Boniface Manastırı

Maxvorstadt civarında olan bu Kilise, I.Ludwig tarafından 1835 yılında kurulmuş bir Benedikt manastırı.  Bizans tarzında yapılmış yer, 2.Dünya Savaşı sırasında çok hasar görmüş, restore edilmiş… İdari hizmetleri de kapsayan yapının içi tamamen modern bir havada.

Sinagog

Marienplatz ve Sendlinger durakları arasında daha çok Viktualienmarkt’a yakın, St Jakobs  meydanında bir sinagog ve Yahudi Müzesi var. Gittiğimde kapalıydı; Salı-Pazartesi 10-18 saatleri arası açıkmış. Dachau Toplama Kampı bir yanıyla Yahudi Müzesi de olduğu için bir daha da gitmeye çok çabalamadım. İlgileniyorsanız….

MÜZELER

Münih, bir müzeler şehri… Bir geziyi sadece müzelere ayırsanız yeridir, özellikle resim sanatı size hitap ediyorsa, burası sizin cennetiniz. Ben, Münih denince akla gelen belli başlı müzeleri gördüm ama liste bunlarla sınırlı değil. Benim gittiğim müzelere gidecekseniz, en azından iki gününüzü ayırmanız gerekecek, o da ‘acaba sanatçı burada ne demek istemiş’ rahvanlığıyla değil, ona göre…

Glyptothek ve Ulusal Antik Eserler Koleksiyonu (Staatliche Antikensammlungen)

Burası Münih’in müze bölgesinin başlangıcı; Köningsplatz durağında indiğinizde karşınıza çıkacak. Ancak Hauptbahnhof’tan burası çok yakın, Luisenstrasse boyunca 10 dakikalık bir yürüyüşle ulaşabilirsiniz.

Köningsplatz’da görmemezlik edemeyeceğiniz bu iki devasa müze, sizi antik Yunan-Roma-Etrüks dünyasına götürecek. Birbirinin tamamlayıcısı olarak görülen ve karşı karşıya bakan bu iki bina, sütunlu girişleriyle  zaten antik Yunan havasını ilk görüşte yansıtmakta.

 Aslında iki bina arasında yer alan Propylaen, dor tarzıyla bu havayı pekiştirmektedir. Ancak Propylaen, bir müze değil, şehrin yeni bölümüne ait bir  giriş kapısı olarak görülebilir, o nedenle burası yazımızın diğer bölümlerinde anlatılacaktır.

I Ludwig, antik dünyaya olan ilgisinin somut örneği bu müzeler. Özellikle Glytothek, I Ludwig’in antik Yunan ve Roma heykel koleksiyonu için, Leo von Klenze tarafından iyon tarzında tasarlanıp 1816-1830 yılları arasında yapılmış. Buraya Isar kıyısındaki Atina denmesi de bu nedenle… Binanın dış cephesi Yunan tapınaklarını andırıyor, içerisi ise antik Roma tarzında yapılmış. Binanın içi renkli mermerlerle döşenmiş. Burası antik dönem heykellerine ayrılmış ilk müzeymiş. Sergide, arkaik dönemden,







Yunan klasik döneme, Helenistik dönemden Roma dönemine kadar bir çok antik eser yer almakta. Heykeller açısından bu dönemlerin arasındaki fark ise, insan vücudunun biçimlendirilmesinde görülüyormuş. Müzede, antik dönemin tapınak ya da önemli binalarından alınan eserler yanında, dönemin şairlerinin, politikacılarının, filozoflarının büstleri de bulunmakta. Mnesareta lahit steli, Aphia Tağınağından alınan heykeller, yorgun atlet heykeli, Müzenin öne çıkan eserleri.




Glyptothkek’in tam karşısında ise neoklasik tarzda yapılan korint esintili sütunlarıyla antik Yunan havası estiren Ulusal Antika Eserler Koleksiyonu Binası yer almakta. Burada Yunan-Roma-Etrüks eserleri bulunmakta, özellikle vazo koleksiyonu çarpıcı. Bina I Ludwig tarafından Georg Friedrich Ziebland’a 1848 yılında yaptırılmış. Wittelsbach Hanedanının antika eserlerini ev sahipliği yapan Müze’de, en çok Ludwig I’e ait koleksiyonlar yer almakta

İki müzeye giriş ücreti 6 Euro, Pazar günleri ise her bir müzeye giriş 1 Euro. Her iki müze  genel olarak10-17 saatleri arasında açık ancak  , Antik Eserler Koleksiyonu çarşambaları, Glyptothek perşembeleri saat  20’ye kadar açık.

Buradaki örnekler belki türünün en iyi örnekleri ancak zamanınız kısıtlıysa iki müzeyi 1 saatte gezebilirsiniz, ne de olsa ‘bunlardan bizde çok var.’

Alte Pinakothek – Neue Pinakothek – Pinakothek der Moderne

Burası da birbirini tamamlayan bir müze grubu.  Özellikle resim sanatı ile ilgili olanlar için rahatlıkla bir günü geçirebileceğiniz, size resimlerden, tablolardan oluşan yalıtılmış bir dünya sunacak bir yer. Tabii, o tablolar zaman zaman hayatın acılığını gözünüzün içine  sokacak, o ayrı…

Burası, Glyptothkek’ye geldiğiniz Luisen Strasse üstünde, bir on dakika yürümeyle ulaşabileceğiniz bir yer. Alte ve Neue Pinakothek’ler birbirine bakıyor ( Aslında neredeyse Staatliche Antikensammlungen,   Glyptothkek, Alte ve Neue Pinakothek binaları birbirine paralel... Sadece Pinakothek der Moderne, Alte Pinakothek’in aşağısında kalıyor. Yani Alte – Neue – Moderne pinakothek binaları da kendi aralarında bir üçgen oluşturuyor.  Neue Pinakothek Theresien Strasse’ye, Moderne Pinakothek Gabelsberger Stasse’ye bakarken, Alte Pinakothek Theresien Strasse ile Gabelsberger Strasse arasında). Bir not daha; Alte Pinakothek’in bir bölümü ne zaman biteceği belirsiz bir süre için ziyarete kapalı ama ziyarete açık yerler gayet yoğun, hiç eksikliğini anlamayacaksınız…

Bu üç müze genelde 10-18 saatleri arasında ziyarete açık. Ancak Alte Pinakothek, pazartesileri kapalı, salı günleri kapanış saati 20… Neue Pinakothek salıları kapalı, çarşambaları kapanış saati 20… Moderne Pinakothek pazartesileri kapalı, perşembeleri kapanış saati 20…

Müze giriş ücretleri Alte Pinakothek’e 4 Euro, Neue Pinakothek’e 7 Euro, Moderne Pinakothek’e 10 Euro. Pazarları giriş ücretleri 1 euro. Bu üç Müzeyi bir gün içinde olmak kaydıyla 12 Euroya gezebilirsiniz. Yok bana üç müze yetmez, en az beş olsun derseniz; bu üç müzeye ilaveten  Schack ve Brandhorst müzelerini de 29 Euroya görebilirsiniz.

Alte Pinakothek, 1826-1936 yılları arasında neo klasik tarzda inşa edilmiş, dünyanın en önemli resim koleksiyonlarından biri olarak görülüyor. 16 yüzyılda IV.Wilhelm’in Sarayı tarihi resimlerle donatma fikri koleksiyonun çıkış noktası olmuş; ardılları olan krallar da sanat düşkünü olunca ortaya 14-18 yüzyılları kapsayan müthiş bir koleksiyon çıkmış. Bina ise Bavyera hanedanlığının resim kolleksiyonunu muhafaza etmek için I.Ludwig tarafından planlanmış. Müzede 14-17 yüzyıllarının    Alman ressamları (Albrecht Dürer, Stefan Lochner, Matthias Grünewald, Johann Liss gibi), 15-18 yüzyıllarının Hollanda ve Felemenk ressamları (Rogier van der Weyden, Dieric Bouts, Hans Memling, Hieronymus Bosch, Rembrandt van Rijn, Pieter Lastman, Gerard Terborch, Pieter Brueghel, Peter Paul Rubens, van Dyck gibi),   13-18 yüzyıllarının İtalyan ressamlar (Leonardo da Vinci, Raphael, Sandro Botticelli, Titian, Tiepolo gibi), 16-18 yüzyılları arasının Fransız ressamları (Nicolas Poussin, François Boucher gibi), 16-18 yüzyılları arasının İspanyol ressamları (El Greco, Velazquez, Murillo gibi) size görsel bir ziyafet çekecek. Müzenin Rubens koleksiyonu dünyaca meşhur. Resim sanatının şahikalarının ardarda sıralanması, konuyla hiç ilgisi olmayan bir insanı bile büyülüyor. Ama siz Boucher’in Madame de Pompadour ve Murillo’nun Üzüm Yiyen Dilenci Çocukları’na dikkatli bakın, gezimiz boyunca ya tablo olarak, ya tablonun kahramanı olarak bize başka yerlerde eşlik edecek.

Neue Pİnakothek’in ilk kurucusu I.Ludwig; ancak bina 2.Dünya Savaşında yıkılınca yerine yapılan 1981 tarihinde yeniden açılmış. Müzede Alman ressamları yanında Fransız realistler, empresyonistler, post empresyonistler, sembolistler, noktacılık, sezession gibi akımlardan örnek tablolar yer almakta. 18-19 yüzyıl ressamlarının ağırlık kazandığı Müzede, Manet, Monet, Cezanne, Renoir, Gauguin, Degas, Pissara gibi empresyonismin ağır toplarının resimleri özellikle ilgi çekici, tabii Van Gogh’un Ayçiçekleri hemen dikkatinizi çekecek. Bunun yanında Toulouse Lautrec, Gustav Klimt, Edvard Munch, Paul Signac gibi sembolizm ve art nouveau akımın öncüleri, Picasso, Rodin gibi bir çok sanatçının heykelleri, Goya gibi ustaların resimlerini görebilirsiniz. Resim sanatıyla ilgiliyseniz ve hazır Almanya’dayken, çeşitli sanat akımlarının takipçisi olmuş Alman ressamlarının eserlerini, özellikle Biedermeier Akımı, Roma’daki Almanlar, Wilhelm  Liebl ekolü gibi özellik taşıyan bölümleri görebilirsiniz. 

Moderne Pinakothek ise Alte ve Neue Pinakothek’i tamamlamak ve sanat tarihi sürecini günümüze getirmek için kurulmuş, içinde dört ayrı müzeyi barındırmakta; Yeni Müze, Tasarım Müzesi, Mimarlık Müzesi ve Grafik Müzesi… Müzede  Picasso, Braque, Matisse, Beckman resimleri yanında tasarım, grafik, takı, mimarlık alanlarında da eserler bulunmakta. Pop art, minimalizm gibi akımların da yer bulduğu, muhtelif sanat projelerinin, resimlerin, videoların olduğu Müze’de, Andy Warhol, Henry Moore, Franz Kline gibi sanatçıların eserlerini görebilirsiniz. Müze bir bütün olarak beni zorlayan cinsten. Çağdaş sanata pek vakıf olamadığımı burada bir kez daha anladım; Müzeyi gezerken birden tiz bir düdük sesi duyunca bunun bir enstalasyondan gelen ses olduğunu düşünüp pek aldırmadım, meğer yangın alarmıymış, neyse ki yanlışlıkla çalmış, yoksa cehaletimin bedelini cayır cayır yanarak ödeyecektim.

Bayerisches National Museum

1885 yılınsa Kral Maximilian II tarafından kurulan Müze, antik dönemlerden 20 yüzyıla uzanan bir süreçte Avrupa sanatının muhtelif dönemlerinden eserler barındırmakta.

1894-1900 yılları arasında Prinzregentenstrasse üstünde yapılan yeni binaya taşınan Müzeye, 17, 18 hatlarıyla ulaşabilirsiniz. Müze pazartesileri kapalı, diğer günler saat 10’da açılıyor ve 17’de kapanıyor, Perşembe günü kapanış saati 20. Giriş ise 7 euro. Müzede antik eserlerden, orta çağın dinsel tasvirlerine, rönesanstan, baroğa, porselen, fil dişi, cam, altın ve gümüş, metal, ahşap gibi çeşitli malzemelerden yapılan giysiden, savaş eşyalarına, biblolardan müzik aletlerine, mobilyadan mücevherata, saatlerden teknik aletlere kadar çeşitli objeler yer almakta. İsmi Bavyera olsa da, sınırı tüm Avrupa’ya uzanan bir kapsamda…

Müzenin ana binası 3 katlı; yanlarındaki ek binalarla oldukça haşmetli bir yapı. Ortaçağ bölümünde Güney Almanya’nın çeşitli kilise ve manastırlarından toplanan dönemi temsil eden heykel, ahşap oyma, resim gibi eserler görülebilir; bunlar  fil dişi, ahşap, mermer işçiliğinin göz doldurduğu eserler. Gotik bölümde Augsburg Dokumacılar Loncasını konu edinen resim ile ahşap işçiliğin öne çıktığı dolaplar dikkate değer. Rönesans bölümünde goblenler, heykeller, mücevherler yanında ressam, matematikçi, matbaacı  Albrecht Dürer’e ayrılan  kısmı kaçırmayın. Barok ve rokoko bölümlerinde de, bu akımın Almanya’daki etkisini izleyebileceğiniz türlü objeler var, boyalar, camlar, porselenler, altınlar,  ve gümüşler, hepsi ilginizi çekmek için yarışacaklar.
Bu arada, Alman rokoko akımından Ignaz Gürnther ve Johann Baptist Straub’un heykellerine zaman ayırın. 19 yüzyıl bölümünde, Wittelsbach Hanedanının Fransa ile yakınlaşmasının etkilerini taşıyan Fransız tarzı neo klasik eserler yer almakta. Ve art nouveau döneminin ışıltılı, ince işlemeli, bol doğa esintili porselen, değerli taş, cam eserler, özellikle Tiffany parçalar hem tanıdık gelecek hem büyüleyici…

Etnografik ve folklorik objelerin de bulunduğu Müze’nin belki de en ayrıcalıklı bölümü doğuş sahnesi diye çevrilebilecek ‘nativity scenes’ düzenlemelerinin olduğu yer.






Genellikle noel dönemlerinde, çeşitli malzemeler kullanılarak  İsa’nın doğumunun –veya diğer dinsel konuların-  minik objelerle sergilenmesi olarak açıklanabilecek ‘nativity scenes’  Müzede ‘Krippen’ (Beşik) olarak adlandırılan kısımda. Zamanla din dışı konuları da ele alan bu sanatın en özgün örnekleri görülebilir.

Bavyera ve İtalyan sanatçılar tarafından 1700-1900 dönemlerinde yapılan eserleri barındıran bu bölüm, eminim sizde  hayranlık uyandıracak; ince ince işlenmiş onlarca biblo (İsa, Meryem, havarilerden tutun tezgahtaki sebzelere, göklerdeki melekten  duvardaki eleğe kadar) çok küçük bir alanda bizlere boyutlarından fersah fersah fazla bir güzellik sunmakta. Bu bölümün bir de sürprizi var; minik objelerle üç boyutlu olarak düzenlenen bir Pieter Brueghel tablosu…

Belki Münih’te adı en çok duyulan müze burası değil ama bence mutlaka görülmesi gereken bir yer; Münih’in ünlü üçlü müzelerinden (alte-neue-moderne) hiç de geri kalmayan bir yer. Burada geçireceğiniz süreyi en az 2 saat olarak düşünün, gezi sonrası Müze bahçesindeki kahve molası buna dahil değil.

Schack Galerie

Adolf Friedrich von Schank’ın koleksiyonuna ev sahipliği yapan Prinzregentenstrasse’deki bu Müze’ye 17,18 hatlı tamvaylarla gidebilirsiniz. Giriş 4 Euro. Böcklin, Lenbach, Feuerbach gibi daha çok 19 yüzyıl  Alman ressamların resimleri bulunmakta. Carl Spitzweg’in 1855 yılına ait ‘Kahvehanedeki Türkler’ tablosu ilginizi çekebilir.

Alman ressamlara ait İtalya manzaraları özellikle dikkat çekici. Sadece ilgilisine öneririm, diğer müzeler arasında insanın aklında çok kalmayan bir yer.

Stadtmuseum

Müze Viktualienmarkt’ın hemen yanında, Sankt Jakobs Meydanında yer alan beyaz gotik binada bulunuyor.

Müze’ye giriş  4 Euro; pazartesi hariç 10-18 saatleri arasında ziyarete açık. 1880 yılında kurulan ve o dönem daha çok arşiv niteliği olan Şehir Müzesindeki en önemli eserlerden biri Erasmus Grasser’in 1480 yılında yaptığı Mağribi Dansçılar heykeli. Ayrıca silah koleksiyonu, dünyanın sayılılarından olan oyuncak bebek koleksiyonu, çeşitli sanat akımlarının izlerini taşıyan mobilyalar, bira yapımı malzemeleri, müzik aletleri Müze’de görebileceğiniz eserlerden. Ayrıca baskı, film, fotoğraf koleksiyonları da mevcut.  Ortaçağdan günümüze Münihlilerin günlük yaşantısına yönelik objelerin sergilendiği Müze’de Typisch München sergisi dikkate değer.  Bence Müzenin en dikkat çekici yanı binanı kendisi. Cephanelik olarak 1491 -1493 yıllarında yapılan binaya yıllar içinde eklemeler yapılmış ama gotik havası hep aynı kalmış. Burası Sinagog ve Yahudi Müzesi’nin de tam karşısı. Münih’te o kadar çok ve harika müze var ki, ne desem bilmem, benim gibi takıntılı biri değilseniz burayı atlayın gitsin…

Branhorst Museum

Udo ve Anette Brandhost’un koleksiyonuna ev sahipliği yapan ve 2009 yılında açılan Müze, Pinakothek der Moderne’nin karşısında, rengarenk dış cephesiyle dikkatinizi çekecektir. 

Müze, Salı-Pazar 10-18 arası açık, ancak perşembeleri kapanışı saat 20’de. Giriş 7 euro, ancak benim üçlü müze (Alte-Neue-Moderne) biletim burada geçerli oldu ve para vermeden girdim. Çağdaş sanata ayrılan Müze, Andy Warhol, Jean Michel Basquiat, Joseph Beuys, Cy Twombly gibi sanatçıların eserlerinine ev sahipliği yapmakta. Benim en çok dikkatimi çeken eser, Jeff Wall’ın 1946 yılındaki ‘Arıcaköyü’nden bir köylünün Mahmutbey-İstanbul’a varışı’ isimli fotoğrafı…


 Zamanınıza göre gidip gitmemeye karar verin. (Müze 2-15 Mayıs 2017 tarihleri arası kapalı)

Lenbachhaus

Burası Hauptbahnhof’tan müze bölgesine gelmek üzere yürüdüğümüz Luisen Stasse üstünde, Propylaen’nin tam karşısında bir müze…

Metro kullanacaksanız Königplatz’da ineceksiniz. Her gün 10-18 saatleri arasında açık olan Müze’ye giriş 10 euro. Türlü renkli camlardan oluşup tavandan aşağıya sarkan bir anaforu andıran giriş çok etkileyici. Ressam Franz von Lenbach için 1887-1891 yılları arasında yapılan İtalyan tarzı bu villada, 1929 yılından beri Kent Sanat Galerisi bulunmakta. Müzenin önemi ise, ‘Der Blaue Reiter-Mavi Süvari’ grubuna ait en büyük koleksiyona sahip olması. Bu akımın en önemli temsilcisi olan Vassily Kandisky’nin  resimlerinin yer aldığı Müze’de Jan Polak’ın Bir Adamın Portresi’de görülebilir. Metro istasyonunun altındaki ek binada da, Müze kapsamında geçici sergiler bulunmakta.


Mavi Süvari ise, Franz Marc ve Vassily Kandisky tarafından 1911 yılında oluşturulan ve isim olarak Kandisky’nin 1903 yılında yaptığı resmin ismini (Der Blaue Reiter) alan bir akımmış ve temel olarak Alman dışavurumculuğunun  bir kolu olarak görülüyormuş.  Müzeyi gezme süresi, tamamen konuya olan ilginize bağlı. Şu kadarını not olarak düşeyim; Müzenin en büyük süksesi olan Kandisky’nin başka resimleri diğer müzelerde görülebilir.

Bunlar tamam; peki Müze içinde sergilenen o soba ile kullanılmış süpürgelerin anlamı neydi, bilemedim. Beni onların önüne koyun, sanatçı bu çalışmasıyla bize ne anlatmak istemiş diye de sorun ve ertesi gün gelin; ben hala o sobanın önünde bicevap oturur olurum. Daha gezilecek çok yer, kafa yoracak çok çağdaş sanat eseri var; fazla oyalanmayın derim…

Deutsches Museum

Isar Nehrindeki bir adacığa kurulu olan bu bilim ve teknoloji müzesini kaçırmayın. Burası dünyanın en büyük bilim ve teknoloji müzesi, Münih’teki en büyük müze. Alman Mühendisler Odası tarafından 1903 yılında kurulan müze, insanı bilim ve teknoloji tarihinde bir geziye çıkardığı gibi, gündelik hayatımızdaki bir sürü elektronik aletin sırlarına vakıf olmamızı da sağlıyor.

Müze Galileo’nun bilim çalışmalarını sürdürdüğü atölyeden uzayın derinliklerine kadar geniş bir yelpazede, 50 farklı bilim ve teknoloji dalında 28.000 farklı obje barındırıyor. Müzenin biri Münih’in 18 km dışında biri Bonn’da olmak üzere iki şubesi var. Müzeye giriş 11 euro ve Cuma hariç 9-17 saatleri arasında ziyarete açık. Müze’ye U1, U2,U7 hatlarının geçtiği Fraunhofetstss Durağından ulaşabilirsiniz. Deneysel sergilemelerin de olduğu müzede, cam yapımından, elektrik deneylerine kadar bir çok uygulamalı bölüm görebilirsiniz. Dünyanın oluşumunu gözümüzün içine soka soka anlatan bölüm tavsiye edilir; görmek isteyen gözlere… Burası zaman isteyen bir Müze, çoluk çocuk seyahat ediyorsanız mutlaka buraya ayıracağını zamanı artırın. Şehir merkezinde, Viktualienmarkt civarında, Peter Kirche’nin tam karşısında Deutsches Museum’un  hediyelik eşya satan bir şubesi daha var.

BMW World

Pazartesi-Cumartesi 7.30 ‘da, pazarları 9’da açılan yer, gece yarısına kadar ziyaretçi kabul ediyor ve giriş 10 Euro… BMW’lerin çekiciliğine karşı koyamayanların kayıtsız kalamayacağı bir yer; dönemler itibariyle BMW’ler karşınızda… Görsel çekicilik çok güzel, bir kez gitmeye değer. Münih’te başka sanayi markalarının da yerleri var (Siemens gibi) ama bana BMW yetti, diğerlerine gitmedim.















Gidilebilirdim ama gitmedim
Burada iki müzeden bahsedeceğim, ben gitmedim ama modern resme doyamadım diyenler için Haus der Kunst, bir başka çağdaş sanat durağı olabilir. Yine 17,18 hatlı tramvaylarla gidilebilir, bu da Prinzregentenstss’de. Modern sanat sergilerine ev sahipliği yapan  neo klasik tarzdaki bina  1933-1937 yıllarında yapılmış.

Bir de Völkerkunde Museum (Etnografya Müzesi) var. Maximilianstrasse’de 1858-1865 yılları arasında yapılmış muhteşem binanın ön cephesi, Bavyeralıların güzel özelliklerini simgeleyen (vatansever, çalışkan, yüce gönüllü, sadık, adil, cesur, bile ve dindar- biz ‘Türk öğün güven çalış’ deyince olay olur ama…) 8 adet heykelle süslü. 1925’ten beri etnoğrafya müzesi, halen dünyanın beş kıtasından örnekleri ağırlayan bir müze. Zaten ismi de artık ‘Fünf Kontinente Museum’; tüm dünya kültürlerinin izlerini görebileceğiniz bir yer.

Ama benim gezim o kadar globalleşmeye uygun değil, onun için girişte buda heykelini görünce girmekten vazgeçtim; Münih’e gelip Uzak Doğunun mistisizmini, Afrika’nın kabile maskelerini görmek aklıma yatmadı. Gitmek isterseniz giriş 5 euro ve 9-17 saatleri arasında açık. Hazır oraya gitmişken, tam karşısındaki görkemli binaya da dikkat…

Bu arada aynı nedenle Münih’teki Mısır Müzesi’ne de gitmedim (Evet, Mısır’ın zenginlikleri her yerde; Berlin’de çok büyük bir Mısır Müzesi var, buradaki de oldukça büyük). Ayrıca değerli taş, fotoğrafçılık gibi müzeler de var ama onlar üstünde durmadım bile.



Ayrıca Marienplatz’da Michaelskirche’nin hemen yanındaki gösterişli rokoko binada Avcılık Müzesi yer almakta; burası eskiden Augustinusçu bir tarikata ait kiliseymiş. Asıl bina 1300’lü yıllardan kalsa da 15 yüzyılda tekrar yapılmış, 1620’de rokoko tarzında yenilenmiş. Dışardan binasını görmek yeterli oldu bana ama avcılıkla ilgilenenler düşünebilir.




PARKLAR, BAHÇELER, ÖTELER

Münih’te ne kadar müze, kilise, heykel, anıt varsa gezdik dolaştık; şimdi parklara açılma, doğayla bütünleşme zamanı. Münih bu açıdan da çok zengin. Şehir dışına çıkmanıza gerek yok, şehir içinde bir sürü park, bahçe var. Ben gezilerim sırasında hayvanat bahçesi, deniz dünyası gibi yerleri es geçerim. Bu sefer de öyle oldu. Ama isterseniz var.

Bu sefer gittiğim ama gezmediğim bir yer de Olimpiapark. Bizim kuşağın hafızasına kazılı 1972 yılındaki Münih Olimpiyat Oyunları için hazırlanan bu spor kompleksinin en göz alıcı yeri 290 metre yüksekliğindeki televizyon kulesi Olympiatrum. Ama gittiğim gün hava yağışlı ve puslu olduğu için kuleye çıkmadım. Parkı ise daha önce görmüştüm, yağmur çamurda tekrar dolaşmadım. Olypiazentrum durağından ulaşabilirsiniz; yeşillikler içine serpiştirilmiş muhtelif spor alanlarını gezebilirsiniz. Ama Münih’in çok daha cazip parkları var.

Bunların başında da Englischer Garten geliyor. 5 km2’lik bir alana yayılan ve 1789 yılında Karl Theodor tarafından tasarlanan Park, bugün İngiliz Bahçesi olarak ün salmış. Park içindeki 1837 yılı yapımı neo klasik tapınak Menopteros ile 1790 yılında pagoda tarzında yapılan 5 katlı 25 metre yüksekliğindeki  Çin Kulesi, Parkın göz alıcı yapılarından. Ama spor yapmak, dinlenmek, şehrin içinde olup şehrin kargaşasından uzaklaşmak istiyorsanız burası her mevsimde ayrı tatlar verecek bir yer.  Münih’teki zamanınız nedir, bilemem ama aklınızda bir parkta zaman geçirmek varsa o, Englischer Garten olmalı. Hatta bizim büyük şehir belediye başkanlarını zorla getirmek lazım, şehrin en rant yapacak yerinin nasıl da şehir halkına ayrılabileceğinin ispatı olarak.

Şehir içinde Residenz ile Englischer Garten arasındaki Hofgarten ise daha şehir merkezine yakın, Odeonsplatz’da… 1613-1617 yılları arasında Maximilian I tarafından Rönesans stilinde yaptırılmış. Parkın batıdaki girişinden kuzeye uzanan duvarlarda Bavyera tarihini anlatan resimlerle süslü.

Parkın ortasında bir çeşme ve Diana Tapınağı bulunmakta. Parkın doğusunda ise önceden askeri müze olarak kullanılan bina görülebilir, burası şimdi ise Eyalet Başkanlığı binası.

Buranın hemen yanında I.Dünya Savaşında ölenler için yapılan bir anıt var. Hofgarten’ın hemen yanında ise, Bavyeralı şairlere adanmış Dichtergarten (Şairler Parkı) bulunmakta.

Bir başka park ise Botanischer Garten. Adalet sarayının hemen yanında olan bu güzel park, nefis bir havuzla süslenmiş. Ayrıca bir Botanischer Garten’da Nymphenburg Sarayında var. Zaten Nymphenburg Sarayının parkı, göletleri, ağaçları, çiçekleri, aralardaki heykelleri ile zaten başlı başına görsel bir şölen.

Aslında parktan ziyade yürüyüş yolu olarak düzenlenmiş Isar Nehri kıyısı da dinlenmek için ideal bir yer. Friedenengel Heykeli ya da Maximilianeum’un görüntüleri eşliğinde Nehir kıyısında yapacağınız bir yürüyüş keyfinizi artıracaktır.

 Volksbad… Tamamen şans eseri rastladığım bu havuz, 1991 yılında açılmış ve art nouveau tarzıyla Avrupa’nın en güzel havuzlarından sayılıyor. Siz en iyisi bavula bir de mayo koyun…

Ama şehirden biraz uzaklaşayım, doğaya döneyim derseniz, masmavi sularıyla Starnberger See ya da Ammer See sizi bekliyor. Ammer See, S8 hattının sonunda. Starnberger See ise S6 hattında, son dört durak (Starnberg, Possenhofen, Feldafing ve Tutzing) ile ulaşabilirsiniz.  Ben Starnberger durağında indim, zaten durak hemen gölün yanında. Belli ki yazın burası tam havasını buluyor, beachler, tekneler yazı beklemekte… Ama Mart ayında da Göl harikaydı. Karşıda Alplerin silüeti, kıyıda birkaç yerleşim yeri, etrafta bir iki kafe… Kur masayı suyun içine, döşe çilingir sofrayı; buranın tadı böyle daha çok çıkar. Ama ben göle karşı bira ile yetindim.

Bira demişken Münih’te Marienplatz’a yakın bir bira evi var ki mutlaka görmelisiniz. Hofbrauhaus, 1589 yılında V.Wilhelm tarafından Alter Hof içinde kurulmuş, 1654 yılında Platzl’a taşınmış. Buranın halka bira satabilmesi ise ancak 1830 yılında gerçekleşmiş.

Bina bugünkü  neorönesans tarzına 1896 yılında kavuşmuş. Yazın avlusunda keyifle biranızı yudumlayabilirsiniz ama iç kısımda gayet eğlenceli. Bavyera geleneksel giysileriyle  garsonlar biranızı getirirken bir yandan da canlı Bavyera havalarıyla coşabilirsiniz.


Viktualienmarkt’da  aynı şekilde bira içip yemek yiyebileceğiniz bir yer. Ama burası aslen 200 yıldır Şehrin ana pazar meydanı.  Sebze meyveden peynire, çiçekten et mamullerine birçok ürünü taze olarak bulabilirsiniz. Meydanda minik çeşmelerin yanında komedyen Karl Valentin’in de heykeli bulunmakta. Buranın hemen yanında ise hal binasından dönüştürülmüş türlü mutfakların sergilendiği Schrannenhalle var.

HAYET…
Evet, bitti; Benim Münih’te gezdiğim gördüğüm yerler bunlar… Yazının sınırları uzadıkça uzadığı için Münih’in yeme-içme, eğlence hayatına neredeyse hiç girmedim. Zaten Almanya mutfağı döne döne arayıp özleyeceğim bir mutfak değil. Ha, nerede yedin derseniz, Hofbrauhaus, karşısında yer alan Aylinger Wirsthaus ile yine o civardaki Augustiner am Platzt aklımda kalan yerler.







Geleneksel Bavyera mutfağından turp çorbası, Bavyera sosisi ve Bavyera stili ördek kızartmasını denedim. Yemeği geleneksel kıyafetli garsonlar sunuyordu; iyi de, gerçek geleneksel kıyafetler bu kadar derin göğüs dekolteli midir,  bilemedim, insan ne yediğini anlamıyor (Bu konuda resim yok beyler!).

Alışverişte de benim ilgimi çeken Viktualienmarkt’dan alabileceğiniz et ve şarküteri ürünleri ile Peterkirche’nin karşısındaki dükkanlarda bulabileceğiniz metal el işçi eşyalar ve Marienplatz’daki dükkanlarda rastlayabileceğiniz bira kupaları… Ama dediğim gibi, gezimin ve yazımın amacı, Münih’i keşfetmekti. Umarım size iyi bir yol arkadaşı olur.

Söylemiştim, Münih Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir yer. O nedenle bir senteze ulaşarak, Münih’in güzelliklerini bir Türk edebi sanatı olan bir mani (manimsi diyeyim) ile sonlandırayım yazımı.

 MÜNİH’E GEL, MÜNİH’E

Almanya’nın  incisi
Münih’e gel, Münih’e
Bavreya’nın başkenti
Münih’e gel, Münih’e

Marienplatz’dır merkezi
Kalstor kapısı girişi
Rathauslar görülmeli
Münih’e gel, Münih’e




Sanat, kültür, tarih dersen,
Teknolojiden vazgeçmezsen
Doğaya dönmek istersen
Münih’e gel, Münih’e





Deutsches Museum’da bilim öğren
Pinakothekde sanatla demlen
Englisher garten’a gidip dinlen
Münih’e gel, Münih’e



Gezgin Hürol der ki; Münih
Gezilmeli, görülmeli
Her mevsimde çıkar keyfi
Münih’e gel, Münih’e




4 yorum:

Unknown dedi ki...

Münih i gezdiğimi sanıyordum ama bu yazıyı okuyunca sadece ucundan kıyısından bir şeyler görmüşüm. Çok güzel, tekrar gitme isteği uyandırdı bu yazı bana. Umarım bir daha gidip görebilirim....

Unknown dedi ki...

Bu yazıyı okuyunca bugüne kadar gittiğimiz yerlerde beden dolaştırmışız diye düşündüm

Unknown dedi ki...

Ben de dolaşacağım diye neredeyse bedenimi orada bırakıyordum, çok teşekkürler...

Ersin Kabaoğlu dedi ki...

1988-2000 yillari arasinda Üc kez ikişer, üçer günlük kisa is gezileri arasına sıkıştırılmış-belirttigin gibi bizim kusagin hafızalarina kazili- Munih'i iyi bilmedigimi biliyordum. Englisher Garten'da içtiğim yerel biraların animsanan buruk tadıyla bu enfes anlatımını ve rehberliğini de iceren blogunu okuduktan sonra artık diyorum ki "ben bu mucize kenti hem de hiiiic iyi bilmiyormusum".Anladim ki, Korona sonrası gezilerimde ilk sıralara koyacağım kentler arasında olmayı hak ediyor. Blog sonundaki veciz dortluklerin ise son derece samimi, yalın, güzel ve akıl çelici. Son parke taşının bile hakkını vere vere gezen ayaklarına, gören gözlerine, yorumlayan zihnine sağlık dostum.Nice gezilere, nice anlatılara...