Yeni Adres

Yeni Sitemiz www.gezginimgezgin.com Adresine Taşındık.

Birazdan Güncel Sitemize Yönlendirileceksiniz.

13.04.2016

Roma Gezi Rehberi


Gezgin: Gülten  İŞÇİMEN


Uygarlığın beşiği, tarihi dokusu en iyi korunmuş şehirlerden birisi olan Roma'da dolaşmak açık hava müzesinde gezmek demek.


Can arkadaşım Ayşe’yle   bir yıl  önce promosyon  uçak biletlerimizi aldık ve gezimizi planlamaya başladık. Seyahatin en güzel kısımlarından birisi seyahati planlamak oluyor. Gezeceğin yerlerle ilgili kitaplar, bloglar ve gezi yazıları okudukça daha çok heyecanlanıyorsun. Yurt dışı deneyimlerimize güvenerek booking.com’dan Roma ve Floransa için otel rezervasyonlarımızı da yaptık. Yeri gelmişken söyleyeyim ki bu otellerin merkezi olması, temiz olması ve özel banyosunun olması bizim için çok önemliydi. Roma‘da 6 gece için gecelik 3,5 Euro şehir vergisi dahil 129 Euro ve Floransa'da bir gece için yine vergi dahil 33 Euro iptal imkanı olan otel rezervasyonu yaptık.


Yaptığımız plana göre tren biletleri satışa açılır açılmaz Roma- Pisa arası hızlı tren biletimizi çok uygun olan 9 Euro’ya  aldık. Arkadaşlarımızdan ve okuduklarımızdan öğrendiğimize göre Vatikan Müzesi, Uffizi ve Accademia Müzesinin bilet kuyrukları çok uzun oluyor ve çok vakit kaybediliyormuş. Vaktimiz sınırlı olduğundan olan paramıza olsun diyerek ilaveten 4’er Euro rezervasyon ücreti ödeyip biletlerimizi online satın aldık. Uffizi için 12, Academia için 16,50 ve Vatikan Müzesi için 20 Euro ödedik.

Birçok turistik şehirde olduğu gibi Roma’da da 2 veya 3 günlük özel şehir kartları vardı. Biz iki ücretsiz müze giriş ve sınırsız şehir içi ulaşım hakkı olan 3 günlük Roma Pass Card aldik. Ücretsiz müze giriş hakkını Kolezyum ve Galleria Borghese’de kullanmak üzere belirledik. Ancak aklınızda bulunsun Galleria Borghese küçük bir müze olduğundan önceden telefonla rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. İki saat içinde gezip çıkmak zorundasınız.
.
Havaalanından şehir merkezine gitmenin en ekonomik yolunun otobüsle gitmek olduğunu okuduklarımdan öğrenmiştim. Bir kişiden yol sorarak çok da zorlanmadan otobüs duraklarını bulduk. Duraklarını diyorum çünkü bu transferi sağlayan birden fazla otobüs firması var. Biz ismini daha önce bilmeden sadece gişesi açık olduğu için TAM firmasından gidiş-dönüş biletimizi 8 Euro ödeyerek aldık ve 40 dakika sonra Termini İstasyonuna ulaştık. Burası Roma’nın en büyük merkezi tren istasyonu olup aynı zamanda kırmızı ve mavi hat olarak çalışan iki metro istasyonunun da kesiştiği bir noktadır. Bu yüzden istasyon ana baba günüydü. Biz de otelimize gitmek için mavi metro hattına yöneldik. Uygun metro durağında indik ve  birkaç kişiye otelimizin olduğu caddeyi sorduğumuzda çok yardımcı oldular. Zaten sadece Roma’da değil gittiğimiz tüm İtalyan şehirlerinde insanlar genellikle çok yardımcı ve güler yüzlüydü. Turistlerin çok olduğu bir ülke olduğundan mı yoksa Akdeniz sıcakkanlılığından mı orasını bilemiyorum!

Roma’da ayarladığımız otel Italyanlarin yaşadığı tarihi bir binanın bir katında yer alıyordu. Otelimizin yeri de metro durağına oldukça yakındı.Tarihi asansörle inerken çıkarken binada yaşayanlarla  karşılaşıp sohbet etme imkanı bulduk.

 
Kahvaltı için  günlük fiş verdiler ve arka sokakta yer alan bir cafe’yi tarif ettiler. Kahvaltıları tabi ki bizim kahvaltılar gibi değil sadece krovasan ve kahveyi içeriyordu. Ancak bu da bize yetti.

Yol yorgunluğunu biraz attıktan sonra hem Roma Pass Card almak hem de biraz çevremizi tanımak için kendimizi sokaklara saldık. Yürüyerek ve daha çok kaybolarak nihayet Termini İstasyonunu bulduk. Bloglarda Roma Pass’i turizm ofislerinden alabileceğimiz yazıldığından uzun süre böyle bir ofis aradık. Birkaç denemeden sonra büfelerde de Pass satıldığını öğrendik ve 3 günlük  Pass Card icin  36 Euro ödedik.

Ertesi sabah erkenden yola çıktık. Önce kahvaltı için tarif edilen cafe’ye uğradık. Sonraki günlerde de vazgeçemediğimiz ballı kruvasanlarımızı yedik ve capuccinolarımızı içtik. Mutlu bir şekilde Kolezyuma ulaştık. Roma Pass Card için ayrı bir girişten içeri girdik. Gerçekten dıştan olduğu kadar içerisi de çok görkemliydi. Her cepheden ayrı ayrı durup seyrettik.   Arena, alttaki aslanlar ve gladyatörlerin hazırlandığı bölmeler, yüksek tribün kısımları, 50 bin kişilik kapasitesi ile M.S. 80 yılında böyle bir yapının inşası gerçekten olağanüstüydü.



Yaklaşık 2 saat içeride gezdikten sonra Kolezyum’un dışına çıktık. Dışarıdan görüntüsü de ayrı bir etkileyiciydi.






Kolezyum ile Palatino Tepesi arasında yer alan Konstantin Takını (Arch of Constantine) gördük. Konstantin Zafer Takı, ilk Hristiyan İmparator Constantine’in Milvian Köprüsü Savaşında İmparator Maxentius’a karşı kazandığı zafere adanarak M.S 315 yılında yaptırılmış. 


Roma'nın yedi tepesinden en merkezde olanı ve Roma kentinin tarihî kalıntılar açısından en zengin bölgesidir. Roma Forumu'ndan yaklaşık 40 m yukarıdadır. Bir taraftan Kolezyum’a ve diğer tarafta ise Circus Maximus ile Roma Forumu’na tepeden bakar. İmparatorların evleri, saraylar, taklar, tapınaklar ve ılıcalar burada bulunmaktadır. Yapılan kazılar MÖ 1000 yıllarında bile burada yaşamın olduğunu göstermektedir. İsminin etimolojik kökü “palace” (saray) kelimesinden gelir.


Bir efsaneye göre Roma şehrinin kökeni buradadır. Efsane bu ya,  Romulus ve Romus ikiz kardeşler, bir dişi kurt tarafından Palatino’daki bir mağarada büyütülmüş ve Romulus Roma'yı kurmaya karar vermiştir. Modern arkeoloji, bu bölgede Roma'nın kurulmasından önceki bir dönem olan bronz çağ'a ait yerleşim katmanı da bulmuştur.

Kentin ünlü yurttaşlarının büyük çoğunluğu Palatino’da oturmuştur. Augustus, bu tepede doğmuş ve imparator olduğunda bile, her fırsatta doğduğu bu yere gelmeyi tercih etmiştir. Augustus’un doğduğu Palatino Evi ve Augustus’un karısı Livia’nın Evi olarak bilinen iki bina, bölgedeki en iyi korunmuş evler arasındadır. Kybele Tapınağı, Augustus, Tiberius ve Domitian Saray kalıntıları, Flavius Sarayı, Livia’nın Evi, Romulus Kulübeleri, Stadyum ve Farnese Bahçeleri Palatino Tepesi’nde yer alan önemli yapılardandır.

Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim bu kadar geniş alanda pek çok çeşmeye rasgeldik. Su şişelerimizi doldurduk ve gönül rahatlığıyla içtik. Roma’da çeşmelerden su içilebilmesi büyük rahatlık.  

Burada uzun süre gezdikten ve tepeden pek çok kare fotoğraf aldıktan sonra sıra Roma Forumu’nu gezmeye geldi.

Burada bir Tak daha gördük. Septimius Severus Zafer Takı, Roma Forumu’nda yer alan en iyi korunmuş yapılardan birisiymiş. İmparator Severus’un Part zaferini ve yeni hanedanı kutlamak amacıyla M.S 203 yılında yapılmış. İmparatorun Part zaferiyle ilgili öyküler rölyeflerle betimlenmiş.



Roma Forumu, eski Roma halkının yaşadığı bölge olup alışveriş, ibadet ve yaşam için gerekli yapıların kalıntılarını görmek mümkün, girişi ücretsiz.

Yorucu bir merdiven ile Forum’dan çıktık ve Palatino Tepesinden gördüğümüz Vittorio Emanuele II Abidesine doğru yürümeye başladık. Roma’nın ünlü anıtlarından olan Vittorio Emanuele II Abidesi, şehrin en haraketli meydanlarından birisi olan Piazza Venezia’da yer alıyor. Altare della Patria (Ulusun Mihrabı) olarak da bilinen anıt, Giuseppe Sacconi tarafından Birleşmiş İtalya Krallığı’nın ilk kralı II. Vittorio Emanuele’yi onurlandırmak için 1885-1911 yılları arasında yapılmıştır. Venedik Meydanı ve Capitoline Tepesi arasında bulunuyor.

Burada aynı zamanda 1.Dünya Savaşında ölen 11 meçhul askerin mezarı da olduğundan “Unknown Soldier”(Meçhul Asker Anıtı) da denmekteymiş. Askerlerin sürekli nöbet tuttuğu bu anıtta hiç sönmeyen bir ateş yanıyor. İtalyanlar, inşasında mermer kullanıldığı için bu yapıyı pek sevmiyorlarmış ve bu yüzden 'takma diş, düğün pastası, daktilo' gibi isimlerle anıyorlarmış. Bu anıtın inşası için civardaki birçok yapı kaldırılmış ve bunlar arasında Tower of Paul III (III. Paul Kulesi), Palazzo Venezia’yı bağlayan köprü ve tepenin eteklerinde bulunan diğer birkaç bina da varmış.






Neoklasik mimari özelliklerinin görülebileceği bu anıt Botticino, Brescia’dan getirilen beyaz mermer ve Corinthian sütunlarından inşa edilmiş. 135 metre genişliğinde ve 70 metre yüksekliğindeki bu yapıda at üstündeki Vittorio Emanuele heykeli, sağ ve sol üst köşelerde yer alan tanrıça Victoria'nın üstünde olduğu dört at heykeli yer almaktadır.

Vittorio Emanuele II Abidesi’nin alt kısmında İtalya Birleşme Müzesi (Museum of Italian Unification) üst bölümünde ise bir seyir terası yer almaktadır. Bizim zamanımız kısıtlı olduğundan Müzeyi gezemedik ama Roma’nın güzel manzarasını seyredebilmek için bilet alarak bir kısmını asansörle ve bir kısmını yürüyerek Anıtın en üstüne kadar çıktık.






Venedik meydanından, Via del Corso boyunca yürüdüğünüzde ulaşacağınız meydan ise Roma'nın en ünlü toplanma meydanı olan Piazza Del Popolo’dur. Meydanın tam ortasındaki Mısır dikili taşında firavun Ramses II' ye övgüler bulunmaktaymış.

Meydanı süsleyen iki çeşme ise, Neptün Çeşmesi ve Obelisk Çeşmesi’dir. Trafiğe kapalı bir meydan olan Popola Meydanındaki İkiz Kiliseler birbirinin aynısı gibi görünse de küçük farklılıkları varmış.

Basilica San Giovanni in Laterano’yu gezdik. Ancak  Michelangelo tarafından yapılan Musa heykeli ve II. Julius’un mezarının da bulunduğu San Pietro Vincoli Bazilikasını restorasyon nedeniyle gezemedik.

Biraz hislerimize güvenerek ve biraz da yürüyen turistleri takip ederek bir anda kendimizi Trevi Çeşmesinde bulduk. Oldukça heybetli ve son restorasyondan dolayı parlamış gözüküyordu. Trevi Çeşmesi (Fontana di Trevi) ya da daha çok bilinen adıyla Aşk Çeşmesi Roma’nın en ünlü yapılarından birisidir.

Trevi Çeşmesi'nın tarihi, İmparator Augustus döneminde başlar. Çeşmenin yapımı, su arayan askerlere su kaynağının yerini gösteren bir kızın efsanesine dayanmaktadır. İmparator Augustus'un damadı Agrippa, akan suyu Vergine su kemeri ile Pantheon'a kadar ulaştırmış. Nicolò Salvi tarafından yapılan bu çeşme, 8. yüzyılda, 12. yüzyılda V. Niccolo tarafından ve 15. yüzyılın ortasında 4. Paolo tarafından restore edilmiştir. 1998'de büyük bir düzenleme geçirmiş, temizlenmiş ve su sistemi de yenilenmiş. En son restorasyon ise 2015 yılının sonunda tamamlanmıştır.

Trevi Çeşmesinin üzerinde birçok heykel görüyoruz. Trevi Çeşmesinin genel ifadesini deniz vermektedir.  Klasik ve Barok karışımı bu çeşmede deniz kabuğu şeklinde bir at arabası, arabayı çeken denizden çıkan kanatlı atlar ve arabada bulunan mitolojik deniz tanrısı, görünümün ana konusunu oluşturmaktadır. Çeşmenin orta kısmında 2 Triton’un çevrelediği bir Neptün figürü bulunuyor. Tritonlardan biri huysuz bir denizatını dizginlemekte diğeri ise daha sakin olan deniz atını sürmektedir. Yaşlı ve sakallı triton (ki bunun Sokrates olduğuna inanılıyor) tarafından yönetilen sakin ve uysal at akılcı aşkı temsil etmekteymiş. Genç ve güzel triton (Phaidros) tarafından yönetilen asi ve hırçın at ise bedensel ve vahşi aşkı temsil etmekteymiş. Bunlar denizin 2 zıt halini simgelemektedir. Neptün'ün iki yanında bulunan tanrıçalar ise bereket ve sağlık tanrıçalarıymış. Çeşmenin sağındaki rölyefte su kaynağını keşfeden bakire Acqua Vergine betimlenmiştir.

Trevi Çeşmesinin bu kadar ünlü olmasının bir nedeni de çeşmeye dilek dileyip bozuk para atılmasıdır. İnanışa göre kim dilek diler ve sağ eli ile sol omzunun üzerinden çeşmeye bozuk para atarsa o kişinin dileği gerçekleşir ve Roma’ya tekrar gelirmiş. Biz de ritüeli bozmadık ve paralarımızı atıp dileklerimizi diledik.


Trevi Çeşmesinin etrafı çok kalabalıktı. Çok fazla kalamadık ve yola koyulduk. Yine biraz kalabalığa takılarak bir meydana geldik. Burada da bir çeşme vardı. Zaten Roma adım başı karşınıza çıkan meydan ve çeşmelerle dolu bir şehir. Bu çeşmeyi önce  Dört Nehir Çeşmesi sandım ama Ayşe ısrarla daha görkemli bir çeşmenin olması gerektiğini söyledi. Burada biraz dinlenirken dışardan ne olduğunu tam anlamadığımız katedral benzeri bir binaya insanların girdiğini gördük. Biz de görmek için binanın içine girdiğimizde buranın Pantheon olduğunu anladık.

Panteon, Antik Roma döneminden kalan bir tapınaktır. Günümüzdeki Pantheon aynı yerde yapılmış olan üçüncü yapıdır. Önceki iki yapı yangınlarda tahrip olmuş ve üçüncüsü iyi bir şekilde korunarak günümüze ulaşmıştır.

“Tüm tanrıların tapınağı" anlamına gelen Panteon ilk olarak Antik Roma'nın tüm tanrıları için M.S. 118 – 125 yılları arasında tapınak olarak inşa edilmiş bir yapıdır. Binanın tasarımı genellikle Trajan'ın mimarı Şamlı Apollodorus'a atfedilir ancak imparator Hadrianus veya onun mimarlarına ait olması muhtemeldir. İmparator Hadrian tarafından yaptırılma amacının Augustus’un arkadaşı ve komutanı Marcus Agrippa’nın M.S. 80 yılında yanan Pantheon’unun yerine geçmek olduğu söylenmektedir. Yapının giriş kısmında Latince yazılmış Marcus Agrippa’ya ithaf edilen bir yazı görülebilir. Yazıda “M. Agrippa, Lucius’un oğlu, üç kez konsül olan kişi yapmıştır” yazmaktadır.



7. yüzyıldan bu yana Hıristiyan kilisesi olarak kullanılan Panteon Roma'daki en eski beton kubbeli binadır. Tepesinde daire biçiminde boşluk vardır. İlk başta içerisinde pagan tanrı heykelleri varken, kilise tarafından bu heykeller yok edilmiş ve Panteon da bir katolik kilisesi haline getirilmiş.  Yapı, 609 yılında  Bakire Meryem Kilisesi olarak kutsanmış ve bu nasıl böyle iyi korunmuş bir bina olduğunu bize açıklayabilir.

Panteon’u böyle etkileyici kılan en önemli özellik hiç şüphesiz ki eşsiz mimarisidir. Arklar sekiz kısımda biter, kubbe ise farklı arklar tarafından desteklenmektedir. Binanın ağırlığını kaldırmak için bu arklardan faydalanılmış. Binanın girişinin iki kısmında Augustus ve Agrippa’nın heykelleri bulunmaktadır.


Çapı 43,3 m olan kubbenin yapımında Romalılara özgü bir beton kullanılmıştır. Kubbenin ortasında Latince'de ''göz'' anlamına gelen  Oculus adında bir delik bulunmaktadır. 8 metre genişliğindeki bu delik hem içeriyi aydınlatmak hem de tapınaktakilerin gökyüzünü izlemelerini sağlamak amacıyla yapılmış ve bir rivayete göre öyle bir tasarlanmış ki yağmur yağdığı zaman kubbenin ortası açık olmasına rağmen içeriye yağmur girmezmiş. Ancak bu rivayetin aslı bulunmuyor tabi ki. Bu kadar geniş çaplı bir kubbenin betondan yapılması da o günün teknolojisiyle hala bir soru işaretidir.


Panteon kavramı bugün içinde meşhur kimselerin gömülü olduğu anıtlar için kullanılmaktaymış. Geçmişte de Panteon aynı zamanda krallar, ressamlar ve mimarların mezarlarının bulunduğu bir yer olmuş. Mihrabın solundaki şapelde Rönesans sanatçısı Raffaello bir Roma lahdinde gömülüdür.

19. yüzyıl Kraliçesi Margherita eşi Kral I. Umberto ile başka bir şapelde yatmaktadır. Rotundanın (daire şeklinde kubbeli bina veya oda anlamındadır) karşı tarafında birleşik İtalya’nın ilk kralı olan II. Vittorio Emanuele’nin şapeli de bulunmaktadır.

Burayı da gezdikten sonra aynı yönde yürümeye devam ettik. En nihayet Navona Meydanına ulaştık. Kanımca Roma’daki en etkileyici meydandı. Bunda tabi ki Bernini’nin heykellerinin etkisini de unutmamak lazım. Elips biçimindeki meydanın bulunduğu bu alanda daha önce İmparator Domitian tarafından M.S 1. yüzyılda yaptırılan bir stadyum yer almaktaymış. 30.000 kişi kapasiteli olan bu  stadyumun yıllar içinde yıkılması sonucunda  Papa X. Innocent (1644-1655) bölgenin yeniden düzenlenmesini istemiş ve böylece Navona Meydanı hayat bulmuş.


Meydanda yer alan 3 çeşmenin en ünlüsü ise Dört Nehir Çeşmesi olup  1651 yılında Gian Lorenzo Bernini tarafından Papa Innocent X için yapılmıştır. Dört Irmak Fıskiyesi (Fontana dei Quattro Fiumi), bir başyapıt olmasının yanı sıra politik bir kinaye anlamı da taşır. Bir anlatıya göre Bernini'nin ırmak tanrılarından biri Sant'Agnese in Agone (yetenekli bir sanatçı olmasına karşın politik açıdan zayıf olan rakibi Francesco Borromini tarafından yapılmıştır)'ye yüz çevirir.



Çeşmenin tasarımı bir yarışma sonucunda belirlenmiş olup ismi dört kıtadaki dört nehrin dört tanrısından gelir. Bu nehirler şunlardır: Afrika’daki Nil, Asya’daki Ganj, Avrupa’daki Tuna ve Amerika’daki Plata’dır. Çeşmenin ortasında yer alan dikilitaş Roma döneminden kalmadır. Üzerinde İmparator Vespasianus, Titus ve Domitian’ın adlarının hiyeroglifleri bulunur.

Domitian Stadyumu 2000 yıl önce yapılmış olsa bile stadyum şeklini meydanda halen görmek mümkün oluyor. Bugün meydanın yayalara ayrılmış olan kısmı stadyumun oyun alanını, etrafındaki binalar ise stadyumun tribünlerini oluşturuyormuş. Bunu meydandayken hayal edebiliyorsunuz.



Çeşmenin hemen arkasında Sant Agnese in Agone Kilisesi yer alıyor. Roma’nın en ünlü kiliselerinden olan San Luigi dei Francesi binaların arkasında yer alıyor. Navona Meydanı’nın etrafında yer alan binaların çoğu 16 ve 17. yüzyıllardan kalma olduğundan seyrine doyum olmuyor.

Artık o günkü yoğun programımızı tamamlamıştık ve yemek için yer aramaya başladık. İkimize de sevimli gelen ve insanların daha çok olduğu mekanlara bakmaya başladık. Elimizde adresler vardı ama onları arayıp bulacak enerjimiz kalmamıştı.

  Hislerimize güvenerek oturduğumuz bir pizzacıdan oldukça memnun kaldık. Başlangıç olarak domatesli kızarmış ekmek getirdiler. Sanırım içerisine fesleğen de konulmuştu. Çok acıkmış olduğumuzdan daolabilir bize çok lezzetli geldi. Sonra salata, pizza ve içeceğimiz geldi. Margarita pizzalarımızın hamuru oldukça inceydi.  Menü şeklinde olduğundan kişi başı toplam 12 Euro ödedik. Sonra yürüyerek geldiğimiz yolu yürümeye ve dükkanlara bakmaya başladık. Kukla eşya satan bir dükkanın yanında sanırım çocuklar için konulmuş bir pinokyo gördük ve biz de bir çocukluk yaparak hatıra fotoğrafı çektirmek istedik. Bakar mısınız ne kadar mutlu olduğumuz yüzümüzden okunuyor!


Roma’daki 3. Günümüzde Galleria Borghese’i gezeceğiz. Daha çok yer gezebilmek için sabahın en erken saatine (09-11) rezervasyon yaptırmıştık. Sabah erkenden kalktık. Kahvaltı yapacağımız cafe sabah 7’de açılıyor. Neredeyse biz de o saatte oradaydık. Kahvaltımızı yapıp hemen metroyla en yakın durakta indik. Çok güzel ağaçlıklı bir yoldan uzun süre yürüdük. Sonradan öğrendik ki burası Müzenin bulunduğu 1700 dönümlük alan ile şehrin en geniş alanı olan Villa Borghese Parkıymış. Villa Borghese Parkında çok güzel bahçeler, çeşmeler, heykeller, korular ve yürüyüş yolları ile bir su saati yer almaktaymış.


Bu Parkta Giardino del Lago (Gölün Bahçesi) ve Art Nouveau tarzındaki Fontana dei Fauni (Yarı İnsan Yarı Keçi Orman Tanrısı Çeşmesi dikkat çekici noktalar arasında yer alıyormuş. Pincio bahçeleri ise parkın özel alanlarından birisiymiş. Aynı zamanda burada National Geographic sponsorluğunda kurulmuş bir hayvanat bahçesi varmış. Villa Borghese'nin diğer kısmında ise Roma Modern Sanatlar Müzesi varmış. Biz vaktimiz sınırlı olduğundan sadece Müzeye giderken ve dönerken Parkın içini görebildik. Ama sakın bunu küçümsemeyin neredeyse 5 km yol yürüdüğümüzü söyleyebilirim. Ancak çok güzel ve huzurlu bir yer olduğunu bu yürüyüşle anladık diyebilirim.

Müzeye girerken çantaları emanete bıraktık ancak görevlinin uyarmasıyla fotoğraf makinamı yanıma aldım. Flaşsız çekim yapılabiliyormuş. Buna çok sevindim tabi ki. Müze çok küçük olmasına rağmen gördüğümüz eserleri tekrar tekrar görme isteği uyandırıyor.









Villa Borghese, Papa V. Paul’un yeğeni olan Kardinal Scipione Borghese’ye (1577-1633) ait olan resimleri ve heykelleri  sergilemek için yapılmış. Bina mimar Flaminio Ponzio tarafından yapılmıştır. Scipione,  genç Bernini’nin ilk işvereni olup heykellerine Müze’de yer vermiştir. Caravaggio’nun eserlerini  ise tutkulu bir şekilde toplamıştır. Diğer eserler Titian, Raphael, Rubens ve Barocci gibi sanatçılara aittir.  Müzenin içi hiç bir eser olmasa bile çok etkileyici ve öyle güzel tasarlanmış ki, sadece tavan ve duvar işlemeleri bile gezip görmeye değer. Dıştan görüntüsü de oldukça etkileyici.


.
Buradan ayrılarak İspanyol merdivenlerini görmeye gittik. Ancak bizi kötü bir sürpriz bekliyordu. Merdivenleri restorasyona almışlardı ve sadece yan tarafında küçük bir kısmı iniş ve çıkışlar için kullandırıyorlardı. Çok da büyük bir kayıp değildi aslında. Görenlerin önemli olmadığı konusunda hemfikir olduğu bir yer burası.

138 basamaktan oluşan bu merdivenler Avrupa’da yapılmış en uzun merdivenler imiş. 1723-1726 yılları arasında mimarlar Alessandro Specchim ve Francesco De Sanctis tarafından Kral XV. Louis için tasarlanan İspanyol Merdivenleri’nin yapım amacı üst bölümünde yer alan Trinita dei Monti Kilisesi’ne meydandan ulaşım sağlamakmış. Spagna Meydanı Rönesans döneminde yazarların, sanatçıların buluşma noktasıymış. Önce Monti Kilisesinin adı verilse de sonrasında İspanya elçiliği nedeniyle İspanya Meydanı (Piazza di Spagna) adını almış.




Merdivenleri tırmandık ve yukarıda gözüken Trinita dei Monti Kilisesi’ne ulaştık. Kilisenin içini gezdik. Burası oldukça yüksek olduğundan Kilisenin önünden şehri seyretmek çok keyifliydi



Sonra tekrar İspanyol Merdivenlerinin yan tarafından meydana indik ve merdivenlerin önündeki ' Fontana della Barcaccia ' adı verilen tekne şeklindeki çeşmeyi gördük. Çeşme 1627-1629 yıllarında Pietro Bernini tarafından yapılmış ve 'Çirkin Gemi' ismiyle de anılmakta imiş. Yapılış amacı, Tiber Nehrinde 1598'de meydana gelen sel felaketini bir botla temsilen göstermekmiş.



Vakit epey ilerledi ve programımızda biraz geciktik. Hızla bir sonraki gezi durağımız için yola koyulduk. Şimdiki hedefimiz Tivoli Bahçeleri.

Tivoli, Roma’ya yaklaşık 50 dakika uzaklıkta olan görkemli çeşmeleriyle gezeceğimiz Villa D’este ve İmparator Hadrian’ın villasının bulunduğu küçük bir kasabadır. Ponte Mammolo metro istasyonundan aldığımız yaklaşık 5 €’luk otobüs gidiş-dönüş biletiyle harika zaman geçirdik. Otobüsler her 15 dakikada bir çalışıyor. Piazza Giuseppe Garibaldi yakınındaki durakta inerek, Villa’ya kolayca ulaştık Villa D’este’ye  8 € giriş biletinin yanında küçük bir harita da veriyorlar.

Burası 1500’lü yıllarda, Roma’da başarılı olamayan kardinal Ippolito II d’Este tarafından yaptırılmıştır. UNESCO Dünya kültür mirası listesinde bulunan villa, zengin freskler ve kabartmalarla süslüydü. Ancak asıl ilgimizi çeken, çeşitli çeşmeler ve havuzlarla zenginleştirilmiş bahçesi oldu. Pirro Ligorio ve Bernini gibi sanatçılar planlarını oluşturmuş.


Tivoli altında 600 metre tünel inşa edilerek su temin edilmiş ve Peterhof ‘daki saray gibi hidroloji teknikleri kullanılmış olup  Villanın en ilgi çeken yeri Fontana dell’Organa olmuş. 10.30 da kapakları açılan bu çeşmeden org dinletisi yapılmaktaymış. Her iki saatte bir tekrar ediliyormuş ama biz bu saati yakalayamadık. Fontana della Civetta’da ise saat 10.00 da başlayıp her iki saatte bir kuş sesleri dinletisi yapılmaktaymış.





Son derece huzurlu ve sakin bir yer. Tam gezmeyi bitirdik ki yağmur başladı. Burası oldukça yüksek bir konumda ve bu yüzden eminim yağmuru eksik olmuyordur. Yine de çok şanslıyız bütün bahçeyi gezebildik. Buradan ayrıldık ama yağmurdan dolayı yürümek ne mümkün. Hediyelik eşya satan bir dükkana girmiştik ve kadıncağız dışarıda sergilediği eşyaları içeri taşıma telaşındaydı. Bizim de elimize mi yapışacaktı üçümüz birlikte eşyaları içeri taşıdık. Kadıncağız yardımlaşmamızdan dolayı çok memnun oldu.  İtalyanları bize çok benzettim. Özellikle taşraya gittikçe bu benzerlik daha çok ortaya çıkıyor. Kendimi en rahat hissettiğim, yediğim içtiğimden rahatsız olmadığım ülke burası oldu.
Yağmur biraz hızını azaltınca elimizdeki tek şemsiyenin altına sığınıp şehrin sokaklarını gezmeye çalıştık. Daracık sokakları, eski ama iyi korunmuş binalarıyla Tivoli bize çok sevimli ve sıcak gözüktü. Gezerken alışveriş yapma fırsatımız da oldu. Güzel şişe kapakları beğendik ve hem kendimize hem de arkadaşlarımıza pek çok şişe kapağı aldık. Dükkandaki kız o kadar kapağı hiç erinmedi ve hepsini tek tek paket yaptı. İşte yine güleryüzlü bir İtalyan!

Otobüsler sık olduğundan çok beklemeden hemen Roma’ya dönmeyi başardık. Akşam yemeği için bu sefer makarna yemeye karar vermiştik. Ayşe’nin Roma kitabında ristorantelerin daha pahalı olduğu ve aile işletmelerinin fiyat olarak daha makul ve lezzetli yiyecekler sundukları yazılıydı. Bu yüzden kitaptan gördüğümüz ve adını Anton olarak hatırladığımız bir aile işletmesini bulduk. Burada önce enginar kızartması denemeye karar verdik. Gerçekten lezzetli olmuştu. Zaten kızartılan her şey ayrı bir lezzete bürünüyor. Sonrasında yerel mantarlarıyla yapılmış soslu bir ev makarnası yedik. Artık lezzetini tarif edemiyorum. Bugünü de tamamladık ve doğruca otelimize gittik. Ertesi gün Vatikan gezimiz olacaktı ve oldukça yoğun bir gün geçirecektik.

Vatikan gezimizi ayrı bir günlükte aktarmaya karar verdik. Vatikan gezimiz sonrasında oraya çok yakın konumda olan Castel Sant Angelo’yu görmek istedik. Mausoleum of Hadrian veya daha çok bilinen adıyla Castel Sant Angelo, Roma’nın en önemli tarihi yapılarından biriymiş. Silindirik ve görkemli bir yapı olan Kale, adını Papa Büyük Gregorius’un burada Melek Mikail’i gördüğü rivayetine dayanıyormuş. Yapı, M.S. 139 yılında önce Hadrianus ve ailesinin mozolesi olarak yapılmış, daha sonra İmparator Aurelianus’un yaptırdığı kent duvarlarına dâhil edilmiş, Ortaçağ’da kaleye dönüştürülmüş, bir süre de hapishane olarak kullanılmış ve siyasi karmaşa dönemlerinde papaların ikametgâhı olmuş. Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem Sultan da burada esir tutulanlar arasında yer almış.

Kale ile Vatikan arasında yer alan gizli geçiş ile papaların güvenliği sağlanmak istenmiş. Vatikan Koridoru adı verilen bu bölüm Vatikan Sarayı’ndan Castel Sant Angelo’ya dek uzanıyormuş. Bu koridor, 1227 yılında papanın tehlike anında kaçışı için özel olarak inşa edilmiş.


Castel Sant Angelo günümüzde Museo Nazionale di Castel Sant Angelo’ya (Sant Angelo Kalesi Ulusal Müzesi) ev sahipliği yapmaktaymış. Müzenin içindeki Sala delle Urne bölümünde ölü küllerinin saklandığı kaplar görülebiliyormuş. İmparator Hadrian ve ailesinin külleri de bir zamanlar burada bulunsa da şu an nerede olduğu bilinmemekteymiş.

Kalede yer alan VI. Alexander Merdivenlerini, Perino del Vaga’yı ve Pellegrino Tibaldi’nin göz alıcı freskleriyle (1544-7) süslenmiş Sala Paolina’yı gezerek en son Terrazzo dell’Angelo’da (Melek Terası) büyük, bronz St. Michael heykelinin güzel görüntüsü altında Vatikan ve Tiber Nehri’nin panoramik manzarasını seyrettik. Bu bölümde yer alan Bronz Melek Heykeli, 18. yüzyıl Flaman heykeltıraşı olan Pieter Verschaffelt’e aitmiş.


Kalenin önünde Roma'nın tek araç trafiğine kapalı köprüsü Ponte Sant Angelo (Hadrian Köprüsü) yer alıyor. Hadrian Köprüsü, Roma’da bulunan en güzel köprüler arasındaymış. Köprünün yan yüzeyleri traverten olup  Ponte Sant'Angelo'daki heykeller öncesinde Raphaell tarafından yapılmış ve daha sonra heykeller Bernini'ye zamanın Papa'sı tarafından yeniden yaptırılmış. Tiber Nehri’ni 3 kemer ile geçen köprü Castel Sant Angelo ile seyre değer bir manzara oluşturuyor.



Burayı gezdikten sonra çok yorgun olduğumuzu hissettik. Roma’da henüz gezemediğimiz Trastevere bölgesini ararken güzel bir cafede oturup dinlenme fırsatı bulduk. Haritada çok yakınmış gibi gözüken bölgeye ulaşmak için neredeyse bir saate yakın yürümek zorunda kaldık.



Burasının Roma’nın elit tabakasının yaşadığı bölge olduğu söyleniyor. Ferzan Özpetek’in evinin bu bölgede olduğunu okumuştuk ve bu nedenle arkadaşım Ayşe’nin onu görebilme hayaliyle uzun süre sokaklarda dolaştık. Sonrasında bu bölgede bizim meyhanelere benzer küçük bir mekan bulup oturduk. Masa örtüleri çok sevimliydi ve duvarlarında fotoğraflar asılıydı. Burada da bira eşliğinde nefis bir pizza yedik. Bu yemek için yaklaşık 15 Euro ödedik.

Haritadan bulduğumuz en yakın metro durağına yürümeye başladık. Vakit ilerlediğinden ortalık biraz ıssızlaşmıştı. Ben de gördüğümüz bir otobüs durağından otobüse binmeyi teklif ettim. Durakta gelecek otobüslerle ilgili bir panoda bilgi veriliyor. Termini’de inmek üzere en kısa sürede gelecek otobüsü belirledik. Bindiğimiz otobüs çok eski ve bizim belediye otobüslerine benziyordu. Hoplata zıplata bizi Termini’ye götürdü. Orada hemen metro istasyonuna koştuk çünkü metro seferleri sona ermek üzereydi. İstasyona geldiğimizde bariyerleri indirdiklerini gördük. Ancak arka tarafta insanlar bekliyordu. Bizi İtalyan zannederek istasyona nasıl geçeceğimizi soran birkaç adam sonra bize işaret ederek açık kapıyı gösterdiler. Belki hayatımızın en hızlı koşusunu yaptık. Çünkü hemen sonra gelen tren günün son treniydi ve onu kaçırdığımız zaman yukarı çıkıp taksiyle otelimize gitmek zorundaydık. Bu da hem zaman hem de para kaybı anlamına geliyordu. Ertesi gün ise erkenden yollara düşüp Pisa’ya gidecektik. Neyse ki yine iyi niyetli insanlar sayesinde metroya binmiş ve bu macerayı da güzel bir anı olarak hafızamıza atmıştık.

Böylece Roma’yı son güne bıraktığımız  Santa Maria Maggiore Kilisesi dışında istediğimiz gibi gezmiş olmanın huzur ve mutluluğuyla doluyduk. Ertesi gün artık yeni şehirlere doğru yolculuğumuz başlayacaktı. Otelimize dönüp dinlenmeli ve sabah en erken metro trenine binerek Pisa trenine bineceğimiz Termini İstasyonuna gitmeliydik.  

Pisa, Lucca, Floransa ve Siena şehirlerindeki gezilerimiz de ayrı bir günlük olarak verilecektir. Biz ise gelelim Roma’daki ve İtalya’daki son günümüze. Sabah erkenden kalktık ve valizlerimizi yolculuğa hazır hale getirdik. Sonra son kahvaltımızı yapmak üzere cafe’ye gittik ve o güzelim ballı kruvasanları yedik, kahvelerimizi içtik. Sonrasında tek kullanımlık bilet alarak metroya binip Termini İstasyonunda indik.  Santa Maria Maggiore Kilisesi Termini İstasyonuna çok yakın bir konumda yer alıyor.

Santa Maria Maggiore’nin, farklı mimari tarzların bir arada kullanımı konusundaki en başarılı örneklerden birisi olduğu söylenmektedir. Efsaneye göre bir gece Bakire Meryem papanın rüyasına girmiş ve ona yeni bir kilise inşa etmesini, yeni kilisenin inşa edileceği yeri ise karla işaretleyeceğini söylemiş. Gerçekten de yaz günü olmasına karşın Esquiline Tepesi’ne kar yağmış ve bunun üzerine papa da bu bölgeye M.S 356 yılında kiliseyi yaptırmış.

Kilisenin nef ve nef mozaikleri 5. yüzyıl tarihli orijinal mozaiklerdir. Cosmati işçiliği, apsis mozaikleri ve Romanesk çan kulesi Ortaçağ’dan kalmadır. Santa Maria Maggiore Kilisesi Ortaçağ boyunca çeşitli yenilemelerden geçirilmiştir. Kilisenin tavanı İspanya Kraliçesi Isabella’nın papaya hediye ettiği altın yaldız ile kaplanmıştır.

Kilisenin önünde yer alan Piazza dell’Esquilino Dikilitaşı ise hacılara yol göstermesi için Papa V. Sixtus tarafından dikilmiştir. Papa V. Paulus Borghese için Flaminio Ponzio tarafından yaptırılan (1611) şapel Cappella Paolina, Jacopo Torriti’nin apsisteki muhteşem mozaiklerinden olan Bakire’nin Taçlandırılması (1295), Cosmati mermer işçiliği ile yapılan Kardinal Rodriguez’in Mezarı (1299), Domenico Fontana’nın Papa V. Sixtus (1585-90) için yaptığı mezarın yer aldığı şapel, kilisedeki  en önemli bölümlerdendir. Her yıl 5 Ağustos tarihinde insanlar kutlamalar için toplanıyor ve kilisenin kubbesini çevreleyen galeriden beyaz gül yaprakları atılarak kilisenin kuruluşu anılıyormuş.
Kilisenin tabanında mermer üzerine burçların resimleri çizilmiş ve ayrıca sanırım bir takvim oluşturmak için matematiksel çeşitli hesaplar yapılmış. Dini bir binanın içinde bunları görmek bana ilginç geldi.








Kilisenin giriş kısmında bir de klasik arabaların sıralandığı bir bölge vardı. Sanırım insanlar bu arabaları özel günleri için kiralıyorlar olsalar gerek.  Biz yanlarında durup poz verdik.





Artık dönüşe geçmenin zamanıdır diyerek otelimize döndük. Eşyalarımızı alarak Termini İstasyonuna geldik. Burada hazır bekleyen bir TAM otobüsü vardı ve bizim de dönüş biletimiz hazırdı. Havaalanına tam vaktinde gelerek uçağımıza bindik.
Roma seferimiz sona erdi. İtalya’yı ikimiz de çok sevdik ve tekrar gelmek için de bütün ritüelleri gerçekleştirdik. Umarım en kısa sürede başka şehirlerini görmek için İtalya’ya gidebiliriz.  




3 yorum:

munise dedi ki...

Teşekkürler Gültencim...

gezmemlazim.com dedi ki...

Elinize Sağlık. Gerçekten çok bilgilendirici bir yazı olmuş.

Gezginimgezgin dedi ki...

Yakından takip ettiğimiz bir blogger olarak sizin beğenmenizden çok memnun olduk. Teşekkürler