Gezgin: Gülten İŞÇİMEN
İran, son yıllara kadar dışarıya daha kapalı ülkeyi, artık daha yakından tanıma zamanı geldi mi? Sınır komşumuz, tarihi şehirleri, bize yakın damak lezzetleri, sıcakkanlı halkı ile daha çok görmek istediğimiz ülkeler arasında yer alacak gibi görünüyor.
İran’a gitme önerisi bir arkadaşımdan geldi. Eşinin o bölgeye gitmek istemediğini ama kendisinin görmeyi arzuladığı bir ülke olduğunu söyleyince kendisine eşlik edebileceğimi belirttim.
İran'a tur ile gitmenin uygun olacağını düşünerek Ankara'da bir tur şirketinde yerimiz ayırttık. Turdan bir gün önce
rehberimiz bizi arayarak bayanların mutlaka uzun ve geniş kıyafetler
giymesi ve başlarını da örtmesi gerektiğini söyledi İran’da bulunduğumuz süre zarfında kıyafet
konusundaki bu uyarıların çok aşırı olduğunu anladım. Sonuçta biz turist
olduğumuz için müsamaha gösteriyorlardı. Zaten özellikle şehirli İranlıların
büyük kısmı çok modern giyimli ve aşırı makyajlı halleriyle dikkat çekiyordu.
Baş örtüleri ise saçların bir kısmını kapatması yetiyordu.
İran 1.648.000 km2' lik yüzölçümüyle Suudi Arabistan’dan sonra bölgenin en büyük ülkesi olup etnik yönden İran nüfusunun %45’i Fars, %33'ü Azeri, %7'si Kürt, %3'ü Arap, %2'si ise Türkmen kökenlilerden oluşmaktaymış. 2013 sayımına göre nüfusu 74,5 milyon olup nüfusun din ve mezheplere göre dağılımı ise % 90 Şii, % 8 Sünni ve % 2 Zerdüşt, Hıristiyan ve Yahudi şeklindeymiş. İran Anayasasına göre, resmi dini İslam, mezhebi ise Caferi’ymiş.
İran 1.648.000 km2' lik yüzölçümüyle Suudi Arabistan’dan sonra bölgenin en büyük ülkesi olup etnik yönden İran nüfusunun %45’i Fars, %33'ü Azeri, %7'si Kürt, %3'ü Arap, %2'si ise Türkmen kökenlilerden oluşmaktaymış. 2013 sayımına göre nüfusu 74,5 milyon olup nüfusun din ve mezheplere göre dağılımı ise % 90 Şii, % 8 Sünni ve % 2 Zerdüşt, Hıristiyan ve Yahudi şeklindeymiş. İran Anayasasına göre, resmi dini İslam, mezhebi ise Caferi’ymiş.
Uçağımız Tahran’a inişe geçerken bayanlar çantalarından çıkardığı başörtülerini başlarına örtmeye başladılar. Tahran İmam Humeyni Havaalanı yeni yapılmış bir havaalanı.
Havaalanında bizi yerel
rehberimiz Behnam karşıladı. Rehberimiz Azeri asıllı bir genç ve çok akıcı bir
Türkçesi vardı. Daha sonraki sohbetlerimizde Türkçeyi Türk dizilerinden
öğrendiğini söyledi. Zaten Azerilerin bize çok benzeyen dilleri bu diziler
sayesinde şive farkını da ortadan kaldırmış gözüküyor.
Behnam, otobüsümüzün hazır
olduğunu ancak havaalanından ayrılmadan önce döviz bürosundan biraz para
bozdurmamızı önerdi. Aslında sonradan anladık ki en uygun döviz kuru da
havaalanında veriliyormuş ya da bize öyle denk geldi. Gezimiz süresince hem
daha düşük kurdan para bozdurduk hem de şehirde çok fazla döviz bozduracak yer
bulamadık. Paralar çok sıfırlı olduğundan gezinin sonuna kadar para
hesabını yapmakta zorlandık. İran’ın para birimi aslında Riyal ancak günlük hayatta Riyal tutarından 1 sıfır atarak Tümen adını verdikleri para
birimini kullanılıyor.
* Tahran'da görülecek yerleri hızla okumak isteyen okuyucular meraklısına bölümünü atlayabilir. Kısa tarihi bilgi almak isteyenler merkalısına bölümünü özellikle okumak isteyebilirler.
- MERAKLISINA
- Tahran, İran’ın başkenti ve 15 milyonu aşan nüfusuyla ülkenin en büyük şehri. Hazar Denizine yaklaşık 100 km mesafede olan şehir Elbruz Dağının eteklerinde bulunan geniş bir araziye yayılmış. Tahran ismi Farsça’da “sıcak yer” anlamına gelmekteymiş. Şehir yaz aylarında gerçekten çok sıcak olmaktaymış. Yıllar önce Aşağıdakiler- Yukarıdakiler diye adlandırılan bir dizi vardı. Gençler muhtemelen bilmezler. Bu dizide fakirler ve zenginler konu edilmişti. İşte Yukarıdakiler diyebileceğimiz Sadabad Sarayının da bulunduğu şehrin kuzey tarafı daha serin olması nedeniyle varlıklı insanların evlerinin bulunduğu bir bölgeymiş. Dolayısıyla Tahran’ın isminin anlamı özellikle aşağıda kalan fakir insanlar için geçerlidir diyebiliriz.
- Tahran şehrinin kuruluşu neolitik çağlara kadar gitmekteymiş. Şehir eski çağlarda Elbruz Dağlarına sırtını dayamış küçük bir köymüş. Hemen yakınındaki Rey şehri, M.S. 1197 tarihinde Moğollar tarafından yıkıldıktan sonra bölge halkı Tahran’a yerleşmiş. Rey’in kalıntıları halen Tahran’ın güneyinde görülebilmekte. Tahran böylece bölgenin ticari yaşamının merkezi olmaya başlamış. Tahran, 1788 yılında Gajar (Kaçar) Hanedanının başkenti olunca siyasi olarak ta önem kazanmış.
- Dini merkez olarak Qum ve Meşhed şehirlerinin yükselmesine rağmen şehir önemini yitirmemiş ve İran’ın başkenti olarak kalmış. Kaçar Hanedanının da 1925’de devrilmesinden sonra Şah Rıza Pehlevi tahta çıkmış. Baba Pehlevi’nin ölümünün ardından 1941 yılında oğlu Muhammed Rıza Pehlevi tahta geçmiş. Kent baba-oğul zamanında hızla modernleşmiş. 1979’da Şah’ın devrilerek İran İslam Cumhuriyetinin kurulmasında Tahran önderlik yapmış.
- Ülkenin yaşadığı siyasi ve ekonomik sorunlar şehrin genel görünümüne de yansımış. Tahran’ın arka sokaklarında İran şehirlerindeki geleneksel yapıya uyan iki veya en fazla üç katlı tuğla binaları görülüyor. Binaların çoğunda sıva kullanılmamış ve bu yüzden bütün şehir kirli renkli binalardan oluşan bir çöl kenti havasına bürünmüş.
Tahran çok sıcak bir şehir
olmakla birlikte İran'ın diğer şehirlerinde de gördüğümüz yol kenarlarındaki
ağaçlar nedeniyle yeşili de oldukça fazla. Ağaçların sulanması
için kaldırım kenarlarında arklar açılmış ve sürekli olarak buralardan sular
akıyor. İnsanlar cadde ve sokaklarda karşıdan karşıya geçerken ya bu arkların
üzerinden atlıyor ya da belirli mesafelerde arklar üzerine yapılmış köprülerden
geçiyorlar. İran’daki bu sulama sistemi “Qanat” denilen bir sisteme dayanıyor.
İran'da şehirlerin büyük kısmı
su ihtiyacı yüzünden dağlara yakın kurulmuş. Dağlardan akan sular yerleşim
yerlerine kanallarla taşınıyormuş. Bizim su kanallarına benzeyen bu sisteme
onlar “Qanat” diyorlar. Kanat, Yezd'lilerin buluşuymuş ve bu sistemle
yer altından su taşıma yoluyla suyu yol kenarlarına, evlere ve bahçelere
taşıyorlarmış. Suyla sağlanan bu bereket ve serinlik, İranlıların kuru ve sıcak
çöl ikliminin üstesinden gelmesini sağlıyormuş. Ancak bu basit bir kanal açma
işi değilmiş ve yapılacak kanalın dağlardan şehirlere gelen eğimi çok önem
taşıyormuş. Eğer eğim az olursa su akmıyor ve durgunlaşıyormuş. Eğimi artırınca
da su çok ve hızlı akıyormuş. Bu sefer de erozyona yol açabiliyormuş. Yezdliler
çöl ikliminin zorlamasıyla bu konuda uzmanlaşmışlar ve hemen hemen bütün ülke
çapında kanat imalatı ve sulama sistemleri konusunda Yezdliler
çalıştırılıyormuş.
Tahran’da havaalanından şehir
merkezine doğru giderken Humeyni’nin türbesinin önünden geçtik. Türbenin
etrafında aynı zamanda bir cami ve külliye inşa ediliyordu.
Buradan Azadi Meydanına geldik
ve otobüsümüz kısa bir süre burada durarak Özgürlük Anıtını (Azadi Anıtı)
fotoğraflamamıza imkan verdi.
Eski adı Şehyad (Shahyad) olan
bu Meydan Tahran’ın simgelerinden birisiymiş. Burası 50 Bin metrekare büyüklüğü
ile İsfahan’daki Nakş-ı Cihan Meydanından sonra İran’ın en büyük Meydanıymış, Muhammed Rıza Pehlevi zamanında Hüseyin Emanet adında bir
mimara yaptırılmış.
- MERAKLISINA
- Azadi Anıtı ise 1971 yılında Pers İmparatorluğunun kuruluşunun 2500. yılında Shahyad Anıtı olarak yaptırılmış. Kulenin yüksekliği 48 metre, anıt, 2.500 adet taş ile süslenmiş. Mimari olarak islam öncesi ve sonrası öğeler kullanılmış. Anıtın orta katında İran Tarihi Müzesi bulunmaktaymış. Asansörle en üst kata çıkılabiliyormuş ve buradan Tahran’ı kuşbakışı görülebiliyormuş.
- Şehrin trafiği bizim İstanbul trafiğinden bile çok daha yoğundu Petrol ülkesi olan İran’da yakıt çok ucuz olduğundan her evde birkaç araba bulunmaymış. Rehberimiz ısınmak amacıyla doğalgaz kullandıklarını ve evin içerisi sıcak olduğunda doğalgazı kısmak yerine pencereleri açtıklarını anlattı. Kışın ayda 10 dolar kadar ödüyorlarmış. Hatta ödemeyip bir kaç ay biriktiriyorlar ve sonra toptan veriyorlarmış. Tabi biz en pahalı benzin ve doğalgaz kullanan bir ülkenin ferdi olarak bunları ağzımız bir karış açık dinledik.
- Ayrıca otomobil fiyatları da çok düşük olduğundan araba sahibi olmak da çok kolaymış. İran'da otomotiv sektörü, petrol ve doğalgaz'dan sonra ikinci büyük endüstriymiş. Yabancı lisanslı 13 marka dışında, Saipa, Khodro, Samand gibi kendi markaları da varmış. Zaten trafikte çok döküntü arabalarla birlikte çok lüks arabaların çokluğu da dikkat çekiyordu. Bu araba bolluğunun yanında üstü yağmur ve sıcağa karşı tenteyle kapalı, tuhaf görünüşlü motorsikletleri de çok fazla sayıda gördük. Hatta bunların üstüne ailecek binenler de çoktu.
Daha sonra Milad Kulesi’ne geldik. Burası restaurantların, cafelerin, sergi
salonunun, alışveriş merkezinin bulunduğu geniş bir alandı.
Burada bir süre dinlenmek ve bir şeyler içmek üzere girişteki cafe’ye oturduk.
Herkes içeceklerini gidip sipariş ettiğinden ben de 2
cappucino siparişini verdim. Kahvelerimizi masaya
getireceklerini söylediler. Masaya oturduk ve tam o sırada kahvelerimizi getiren
garson tepsinin dengesini bozarak iki kahveyi de üzerime boca etti.
Bereket kahveler çok sıcak değildi. Arkadaşım içmek için aldığımız suları
yanmamam için üzerime boca etti. Bu arada kahve fotoğraf makinemin üzerine de
dökülmüştü. Türk Rehberimiz makineyi hemen alıp temizlemeye başladı. Neyse ki
köpük kısmı makineye geldiği için çalışmasında bir sorun olmadı. İran
seyahatim bu yüzden iyi başlamamış oldu. Özür dilemek falan da yok, sadece yeni
kahvelerimiz geldi o kadar.
Milad Kulesi (Borc-e Milad)
Dünyanın 4. en yüksek gökdeleni olup çatıya kadar olan yüksekliği 315, en uç
kısmına kadar olan yüksekliği ise 435 metreymiş. Yapımına 2000 yılında
başlanmış ve 2007 yılında tamamlanarak sonraki yıl halka açılmış. Tamamen İran
ve İslami geleneklere uygun doğu tarzında tasarlanmış.345 metre yüksekliğinde 12.katta
bir de teras yer almaktaymış ve Tahran buradan kuşbakışı
izlenebilmekte.
Yukarıya çıktığımızda iç kısımda bir sergi gördük ama burada çok fazla
oyalanmak istemedik. Kendimizi hemen terasa atarak tepeden Tahran’ı seyrettik..
Uzun süre buradan şehri
seyrederek çeşitli yönlerden fotoğraflar çektik. Arkadaşımla selfie çektirmek
isterken pek çok Tahran’lı bize yardımcı olmayı önerdi. Kahve
fiyaskosunda yaşadığım olumsuzluğa karşın İranlılar bizlere karşı oldukça
güleryüzlü ve yardımsever davrandılar. Bunu tur boyunca gözlemleme ve yaşama
şansımız oldu. Hatta bize o kadar çok ilgi gösteriyorlar ve birlikte fotoğraf
çektirmek istiyorlardı.
İç taraftaki sergilere de
baktıktan sonra asansörle
aşağıya indik ve Milat Kulesi’nin Milat Restaurant’a ilk akşam yemeğimiz yemek üzere ulaştık. .
Şansımıza bir nişan yemeğine
denk geldik ve böylece İran geleneklerini yakından görme imkanımız oldu.
Nişanlı çiftler ve aileleri çok şıktı ve ayrıca bir de müzisyen ayarlanmıştı. Müzisyen bizim Türk olduğumuzu
öğrenince bildiği birkaç Türkçe şarkıyla bize jest de yaptı.
Böyle turistik mekanlara göre
yediğimiz yemekler de oldukça lezzetli idi. İran’da yemeklerde çorba genellikle standart oluyor.
Mercimek veya arpa çorbası getiriliyor. Özellikle arpa çorbası çok lezzetli ve
mutlaka denemenizi öneririm. Safranlı pilav da yine her sofranın demirbaşı
olarak getiriliyor. Çeşni için üzerine ufak ufak kıyılmış yaban mersini de
serpiyorlar. İranlılar safranı ve pirinci çok tüketirlermiş. Yemek konusunda
çok zorlanmadık ve İran'dayken en fazla bizim Urfa Kebabın aynısı olan kebablarından yedik.
Yemek sonrasında Tahran’da iki gece konaklayacağımız Espinas Oteline doğru yola
çıktık. Otelimiz 4 yıldızlı ve yer olarak çok merkezi bir oteldi. Bize verilen
odaya çıktık ve yerleştik. Sonrasında biraz çevreyi tanımak için dışarıya
çıkarak cadde boyunca yürüdük.
Otele dönerken yaşlıca bir
kadının ağladığını ve Farsça bir şeyler söylediğini gördük. Sanki kötü bir
haber almış gibi ağlıyordu. Biz
de eline biraz para sıkıştırdık. Sonradan öğrendik ki bu da sadaka istemenin
bir yöntemiymiş. İran’da yollarda hiç oturup dilenen veya arabalara koşup para
isteyen dilenciler görmedik. Yol kenarlarında “sadaka kutuları” vardı ve
isteyen veriliş amacı üstünde yazılı olan bu kutulara para atabiliyordu. Sonra
bu kutularda biriken paralar tek bir merkezde toplanarak bağışın muhtaç
insanlara, çocuklara, malul gazilere falan aktarılmasını sağlıyormuş.
İran’da her gittiğimiz otel
odasında kişisel ihtiyaçlarımızı karşılayacak terlik, bornoz, diş fırçası,
macun, sabun, şampuan ve duş jeli bulabiliyorduk. Ayrıca, bütün otellerde etajerde seccade ile Kuran-ı Kerim
ve adı "mohr" olan, üzeri Farsça yazılı, sertleşmiş bir toprak parçası
vardı. Bu toprağın Kerbela’dan getirildiğine ilişkin rivayetler var. Şiiler
namaz kılarken secdeye vardıklarında, alınlarını toprak niyetine bu taşa
koyuyorlar. Namaz kılmak isteyenler için tavanda bir okla kıblede
işaretlenmiş.
Otel televizyonlarında uydu yayını vardı ancak ben Türk televizyonu bulamadım. Pek çok İran televizyonunun arasında CNN gibi İngilizce tek tük yayın bulup onları izlemeye çalıştım. Kaldığımız otellerde wi-fi vardı ama çok da etkin kullanılamıyor ve sürekli kesintiye uğruyordu.
Ertesi sabah erkenden kalkıp
otelimizde kahvaltımızı yaptık. Kahvaltılıkların lezzeti bizim alıştığımız tada yakındı, sadece çok sevdiğim
zeytinin lezzeti farklıydı. İran’da çayhanelerin çok olması
beni sevindirmişti. Çünkü ben açıkçası bir çaykoliğim..Ancak İran’da bu konuda tam
bir hüsran yaşadım. Öyle her yerde çayhane görmek bir yana çayları da öyle
bizim ince belli bardaklarda değil düz su bardaklarının küçük olanıyla ve çok
açık içiyorlar. Çayın yanında verdikleri şekerler de çok ilginç geldi. Hatta
yanımda anı olarak bir kaç tane getirmiştim. Değişik renklerde ve şekillerde
olan bu şekerlerden yuvarlak ve şeffaf olanına "pulaki", ortasından
çubuk geçen sarı renkli olanlarına “nabat” deniliyormuş. İlkini dilinizin
üstüne koyup çayınızı yudumlarken diğerini çaya daldırıp istediğiniz tada
gelinceye kadar çay kaşığı gibi karıştırıyormuşsunuz.
Kahvaltıda sevdiğim bir diğer
yiyecek de hurma oldu. Taze hurmaları her gittiğimiz otelde kahvaltıda
yeme imkanı bulduk. Ayrıca kavun ve karpuzu da hem kahvaltıda hem de yemeklerde
yiyebiliyordunuz. Kavun ve karpuzu seven bir millet olarak tabi midelerimiz
bayram etti.
Kahvaltıdan Tahran gezimize devam ettik. Gülistan Sarayı Pazartesi günleri
kapalı olduğu için bizi genel ismi Sa’dabad Kültürel Kompleksi olan Sadabad
Sarayı Müzesine götürdüler. Uzun süre otobüs yolculuğu yaptık çünkü Saray
şehrin en kuzey bölgesindeki yerleşim olan Şemiranat Şehristanında yer
almaktaymış.
Kaçarlar ve Pehlevi Hanedanı
tarafından Velenjak’dan Kolakçay bölgesine kadar 3000 dönümlük arazide yapılan
bu Kompleksin büyük kısmını doğal orman, pınar ve bahçeler oluşturmakta olup
burada 19 değişik müze bulunmaktaymış. Caferabad Irmağı da bu Kompleksin
ortasından akmaktaymış.
Kompleks ilk olarak Kaçar Hanedanının yerleşimi için yapılmış ve Kaçar döneminin sona ermesiyle birlikte Pehlevi Hanedanı buraya yerleşmiş. Pehlevilerden sonra ise burada bulunan saraylar müzeye dönüştürülmüş. Komplekste yer alan 7 müzede Şah döneminden kalan çeşitli eserler sergilenmekte. Saraylar birbirinden oldukça uzak olduğundan Kompleks içinde çalışan ücretsiz minibüsler bulunmaktaydı.
Gezdiğimiz iki Saray’ da mimari yapıları ile çok etkileyicilerdi..
Eski adı Şehvend Sarayı olan
Yeşil Saray İran’daki en seçkin mimariye sahip saraylardan biriymiş.
1925’de Rıza Şah tarafından doğal bir platformun üzerine yaptırılmış ve Şah’ın ofisi olarak kullanılmış. Arazisi yaklaşık 137 dönüm civarında olup bodrum ile zemin kattan oluşmakta. Burada çok değerli İran halıları, yabancı yapım mobilyalar, avizeler ve porselen yemek takımları sergileniyor.
Sarayın iç duvarları tamamen ahşapla kaplı olup bunlar aynı zamanda mine kakma ve oyma sanatı ile işlenmiş..Dış duvarlar ise işlemeli mermer ile kaplanmış ve yeşil taşların kullanımından dolayı Saray Yeşil Saray olarak anılmaya başlanmış. Bu Saray iç ve dış tasarımıyla İran’daki süsleme sanatının bir örneği olarak gösterilmekteymiş.
1925’de Rıza Şah tarafından doğal bir platformun üzerine yaptırılmış ve Şah’ın ofisi olarak kullanılmış. Arazisi yaklaşık 137 dönüm civarında olup bodrum ile zemin kattan oluşmakta. Burada çok değerli İran halıları, yabancı yapım mobilyalar, avizeler ve porselen yemek takımları sergileniyor.
Sarayın iç duvarları tamamen ahşapla kaplı olup bunlar aynı zamanda mine kakma ve oyma sanatı ile işlenmiş..Dış duvarlar ise işlemeli mermer ile kaplanmış ve yeşil taşların kullanımından dolayı Saray Yeşil Saray olarak anılmaya başlanmış. Bu Saray iç ve dış tasarımıyla İran’daki süsleme sanatının bir örneği olarak gösterilmekteymiş.
Daha sonra da Millet Sarayını gezdik. Bu Saray Kompleks’de yer alan sarayların en büyüğü olup beyaz renginden dolayı Beyaz Saray olarak da adlandırılmaktaymış. Yapımı 5 yılda tamamlanan Saray İran ve Rus mimarlar tarafından tasarlanmış ve başta imparatorluk sarayı olarak düşünülmüş olmakla birlikte estetik güzelliğinden dolayı Muhammed Rıza Şah ve eşi Farah Diba’nın yazlık ikametgahına dönüştürülmüş.
Bu Saray’da 54 oda ve 10
ağırlama salonu bulunmaktaymış.1982 yılında müzeye dönüştürülmüş.
Sarayın içindeki nadide halılar dünyaca meşhur olup, en önemlisi ikinci katta
akşam yemeği salonunda bulunan 145 metrekare büyüklüğündeki yuvarlak halıymış.
Bu halının Erdebil Şehri’ndeki Şeyh Safiyuddin Erdebil’in türbesindeki halıdan
kopyalandığı söylenmektedir. Ayrıca giriş katında yer alan tören salonundaki
halı ise 243 metrekare olup İran’ın en büyük halılarından birisiymiş. Bunun
dışında Saray’da İtalya, Fransa, Çek ve Slovakya yapımı çeşitli mobilyalar ve
silahlar sergilenmekteymiş.Biz bu Saray'a hayran olduk ama fotoğraf çekmek
yasak olduğundan maalesef sarayın fotografını ekleyemedik.
Ayrıca Saray’ın girişindeki
bahçede daha önce devasa bir Şah heykeli bulunuyormuş. Ancak bu heykel devrim
sırasında sökülmüş ve sadece geriye bir çift taştan ayakkabı ve bacaklar kalmış.
Bahçede ayrıca başka bir heykel daha vardı. Bu heykel mitolojik bir kahraman
olan okçu Arash’ın heykeliymiş. Bu heykelin hikayesine göre İranlılar ve
Turanlar (Türkler) arasındaki savaşın uzaması üzerine sınırı belirlemek için
okçu Arash’tan ok atarak sınırı belirlemesi isteniyor. Arash okunu çok uzağa
atmak istiyor ve bu nedenle yayını öyle geriyor ki kendi vücudu parçalanıyor.
Biz sadece iki Sarayı gezebildik ve Kapalı
Çarşı’ya (Bazar-ı Bozurg) doğru yola çıktık. Otobüsümüz Kapalı Çarşı’nın
önüne kadar giremediğinden ilerde bir yerde bizi indirdi bu arada Gülistan Sarayı’nı da uzaktan görme şansımız oldu.
Kapalı Çarşı, İstanbul’da bulunan Kapalı Çarşı gibi tarihi bir çarşıymış. 10 km uzunluğunda
bir alana yayılan bu Çarşı pek çok koridordan oluşmakta olup her biri farklı
ürün gruplarında uzmanlaşmış. Çarşının bir çok girişi bulunmakta olup en
önemlisi Sabze Meydan girişiymiş. Çarşı’da dükkanların yanı sıra bankalar,
camiler ve oteller bulunmakta.
Biz de Çarşı’ya Sabze Meydan
girişinden giriyoruz. Behnam, burada İran’a özgü bir şey bulamayacağımızı ve
hemen hemen her şeyin artık Çin malı olduğunu ve alışverişimizi
İsfahan’da yaparsak daha iyi olacağını söyledi. Bu nedenle Çarşı’da çok
fazla oyalanmadık ve hızlıca girip şöyle bir bakarak dışarı çıktık. Gerçekten satılan
ürünler bizimkilerden farklı değildi. Sadece kuyumculardaki altın takıların ne
kadar büyük ve gösterişli olduğu dikkatimi çekti. İranlılar zenginliklerini
böyle takıp takıştırarak gösteriyorlar olsa gerek.
Bu Meydanda bir süre dinlenmek üzere oturduğumuzda insanların sürekli bir şeyler alıp sattığını gördük. Meğer burası bizim İstanbul Tahtakale gibi borsa işlerinin yapıldığı bir yermiş.
Buradaki gezimizi bitirip otobüsümüze binmek için dönerken Türkiye Büyükelçiliğinin önünde olduğumuzu gördük. Hemen fotoğraf çekmek istedik ama
önde bekleyen İranlı askerler izin vermedi. Bizim Türkiye’den geldiğimizi ve
kötü niyetli olmadığımızı söylesek de dinlemediler. Talihimize bakın ki bir
gün sonra Büyükelçimizi Kaşhan’da görmek kısmet oldu. Buradan otobüse binerek
bir sonraki gezi noktamız olan Ulusal Bahçe’ye geldik.
Ulusal Bahçe (Sardar Bagh-e
Melli) tarihi ve kamusal bir kompleks olup daha önce Merasim Meydanı olarak
isimlendirilmekteymiş. Kaçar döneminde askeri atış alanı olarak kullanılmış ve
sonra kısa bir süre kamusal park olduktan sonra bu alana önemli hükümet
binaları ve müzeleri yapılmış. Dışişleri Bakanlığı, Sanat Üniversitesi, Malek
Ulusal Müzesi, Posta ve İletişim Müzesi, Ulusal Müze bunlar arasında
sayılabilir.
Ulusal Bahçe’ye çok görkemli bir
kapıdan giriyorsunuz. Bu Kapı’nın bir kısmı restorasyonda olduğundan tam olarak
göremedik.
Buradan İran Ulusal Müzesine
geldik. Ancak içeriye çanta ve fotoğraf makinesi alınmadığından hemen giriş
kısmında bulunan Emanet kısmına eşyalarımızı bırakmak durumunda kaldık. Müzenin
girişinden aldığım tek fotoğraf da budur.
Müze iki kısımdan oluşuyor ve birisi 1937’de oluşturulan Antik İran Müzesi
diğeri ise 1972’de oluşturulan İslam Sonrası Dönem Müzesiymiş. Antik döneme ait
çok iyi muhafaza edilmiş tarihi eserlerle çömlek kalıntıları, metal objeler,
kumaş parçaları ve nadir olan kitaplar ve paralar gibi ortaçağ İran antikaları
Müzede sergilenmekteydi.
Müzenin giriş katında çoğunlukla
İran’da araştırmalar yapan yabancı arkeologların buluntularından oluşan ve
Prehistorik dönemden Sasanilere kadar uzanan döneme ait pek çok tarihi eser
sergilenmekteydi. Özellikle Persepolis’te bulunmuş olan önemli bazı tarihi
eserler de burada bulunmaktaydı. Bunların arasında özellikle I.Darius’u
gösteren bir rölyef, altın tabletler, bronzdan bir köpek ve üç aslan figürü
önemli eserler arasındaymış.
Bunların dışında tarihi Suş
kentinde bulunmuş olan ve Hammurabi Kanunlarını gösteren bir kil tabletin eş
modeli bu Müzede sergilenmekteydi. Bu tabletin orijinali ise Paris'teki Louvre
Müzesindeymiş.
Müzedeki en ilginç parça ise
“Tuz Adam”dı. M.S. 3 veya 4. yüzyılda yaşamış bir madenci tuz madeninde
ölmüş ve bedeni tuzlu bir ortamda kalması nedeniyle günümüze kadar çok az
bozularak gelmiş.
Rehberlerimiz öğle yemeğini
birlikte yememizi ve akşam yemeğinde serbest zaman verebileceklerini söyleyince
hep beraber açık büfe olan ve turistik olan yakınlardaki bir lokantaya gittik.
Mekanın ambiansı fena değildi ama yediklerimiz için aynı şeyi söyleyemem.
Karnımız yarı aç yarı tok kalkarak gezimize kaldığımız yerden devam ettik.
Buradan çıktıktan sonra Merkez
Bankasıyla aynı binada bulunan 1000 metrekarelik alana sahip Ulusal Hazine ve
Mücevher Müzesine gittik. Gezdiğimizde burası abartısız Dünyanın en
zengin ve değerli Müzesi olmalı dedik. Müze Ferdovsi Caddesinde Bank
Melli’nin arkasında ve Alman Elçiliğinin karşısında yer alıyormuş. Oldukça iyi
korunmakta olduğuna bizzat şahit olduk. Önce girişte bir x-ray cihazından
geçtikten sonra ara bir bölmede çantalarımızı ve fotoğraf makinelerimizi emanet
kısmına bıraktık. Tekrar bir güvenlik kontrolünden geçtikten sonra nihayet
Müze’nin içine girebildik.
Buradaki mücevherlerin çoğunun
tarihi yüzlerce yıl öncesine dayanıyordu. Uğruna savaşlar yapılan ve bir servet
değerinde olan bu mücevherler gerçekten görülmeye değerdi.
Müzede toplam 35 koleksiyon
varmış. Bunlardan en değerlisi tartışmasız Derya-i Nur Elması’ymış. 1738
yılında Nadir Şah Afşar'ın Hindistan seferi sırasında kendisine Derya-i Nur
(Işığın Denizi) ve Kuh-i Nur (Nur Dağı) elması bulunan hediyeler sunulmuş.
Bunlardan Kuh-i Nur elması daha sonra birçok el değiştirmiş ve şimdi Londra'da
Tower of London'da sergilenmekteymiş. Derya-i Nur Elması ise Dünyanın en
büyük pembe renkli elmasıymış. Nadir Şahın torunu Şahruh Mirza’ya miras olarak
kalmış ve sonra Zend ve Kaçar Hanedanına geçmiş. Kaçar Kralı Nasreddin Şah bu
Elmas’ın Kurus’un tacını süsleyen elmaslardan birisi olduğuna inanırmış.
Bugünkü haliyle yaklaşık 1000
yaşında olduğu hesaplanan 182 karat ağırlığındaki bu Elmas 25 mm genişlikte, 10
mm kalınlıkta, 38 mm uzunlukta olup çerçevesinde 457 adet pırlanta ve 4 adet
yakut bulunmaktaymış.
Görülmesi gereken bir diğer eser
Nadir Şah Tahtı’dır. Müze’de sergilenen tahtın adının Nadir Şah Tahtı olmasına
rağmen Nadir Şah ile bir ilgisinin olmadığı, Tahtın, 1798-1834 yılları arasında
yaşanan Fetih Ali Şah dönemine ait olduğunu gösteren kanıtların bulunmaktaymış. Tahtın etrafındaki yazıtta yapılışında Fetih Ali Şahın
etkili olduğu sonucu çıkartılabilecek bazı bilgiler olduğu, Fetih Ali Şahın bu
Tahtı krallığının ihtişamını hem yerli hem de yabancı misafirlerine göstermek
için yaptırmış olabileceği düşünülmekteymiş.
Tahtın yapımında 12 ayrı panelde
toplam 26.733 adet değerli taş kullanılmış. Bu taht aynı zamanda Muhammed Rıza
Pehlevi’nin taç giyme töreninde de kullanılmış.
Bir diğer görülmesi gereken eser Elmaslı Taç’dır. Bu Taç, altın ve gümüş kullanarak yapılmış, elmaslar, zümrütler, safirler ve inciler kullanılarak süslenmiş. Kumaşı kırmızı kadife olup Tacın dört yanında da elmaslardan yapılmış birer panel bulunuyormuş.
Tacın yapısı Sasani krallarının tasarımlarına benzetilmekteymiş. Tacın ön yüzünde bulunan güneş deseninin ortasında çok büyük bir sarı elmas bulunmaktaymış. Taçta 1.144 karat 3338 adet elmas, 199 karat 5 adet zümrüt, 19 karat 2 adet safir ve 368 adet inci kullanılmıştır. Tacın ağırlığı 2.080 gram gelmekteymiş.
Bu Taç, Kaçar Krallarının taç
giyme törenlerinde kullanılmış. Ayrıca Pehlevi hanedanından Rıza Hanın 25 Nisan
1926 tarihinde ve Muhammed Rıza Pehlevinin 26 Ekim 1967 tarihindeki taç giyme
törenlerinde de kullanılmış.
Mücevher Kürenin çapı 66 cm olup
üzerine oturduğu kaide ahşap üzerine altın kaplamaymış. Küre değerli taşlarla
kaplıdır. Küre’de kullanılan toplam altın miktarı 34 kilo ve değerli taş
ağırlığı 3.656 grammış. Kullanılan toplam taş miktarı 51.366 adetmiş.
Kürenin işlenmesine 1869 yılında
Nasreddin Şah döneminde başlanmış. İbrahim Mesihi ismindeki bir taş ustasının
yönetiminde bir grup İranlı taş ustası bu Küreyi İran hazinesindeki taşları
kullanarak yapmaya başlamış.
Dünya haritasının değerli taşlarla çizildiği bu Kürede denizler ve okyanuslar zümrüt, Asya, Kuzey ve Güney Amerika ve Avustralya yakut ve ametist, İran elmas ve Avrupa kırmızı yakut, Afrika safir ve ekvator gibi diğer coğrafi çizgiler elmasla işlenmiş. Dikkatlice bakıldığında Nasreddin Şah’ın farklı unvanlarının Küre üzerine yazıldığı görülüyormuş. Demavend Dağı büyük bir yakut kullanılarak kabartma şeklinde ve Tahran da Orangue-zib adı verilen çok özel bir yakutla belirlenmiş.
Müzedeki bir diğer eser ise Güneş Tahtı veya Tavus Kuşlu Taht'dır. Bu Taht, Fetih Ali Şahın emri ile İsfahan valisinin denetiminde altın ve parça taşlar kullanılarak yapılmış. Tahtın sırtın dayanacağı bölümünde kullanılan güneş deseni nedeniyle "Güneş Tahtı" diye isimlendirenler de varmış. Fetih Ali Şah, yeni evliliğini Tavus Tacoduleh ile yapınca bu Tahta "Tavus Kuşlu Taht" ismi verilmiş. Bazı araştırmacılar bu Tahtın Hindistan’dan kaçırılmış ünlü Tavus Kuşlu Taht olduğunu iddia etseler de bu Taht, orijinal taht değilmiş.
Tahtın üzerindeki yazıtlar mavi
mine ile altın zemin üzerine işlenmiş. Taht, 1981 yılına kadar Gülistan
Sarayında sergilenmiş ve daha sonra 1927 yılında şimdiki yeri olan Ulusal
Mücevher Müzesine getirilmiş.
Bütün bu olağanüstü eserleri ağzımız bir karış açık ve hayranlıkla izledik. Daha sonra eşyalarımızı emanet bölümünden aldık ve o kısımda bulunan Müze satış mağazasından müzede bulunan eserlerin resimlerinin bulunduğu bir katalog aldık. Buraya yerleştirdiğim fotoğraflar bu katalogdan kopyalanmıştır.
Bu Müzeden sonra Lale Parkının yanında bulunan Tahran Halı Müzesine (Muzeh-ye Fars) gittik. Müze, 18. yüzyıldan günümüze kadar gelen İran halı çeşitlerini sergilemek amacıyla 1976 yılında kurulmuş. Müzenin tasarımı Farah Diba Pehlevi tarafından yapılmış ve 3400 metrekare bir sergi salonunu içermekteymiş. Kütüphanesinde ise yaklaşık 7000 eser yer almaktaymış.
İnsan o halıların nasıl
dokunabildiğine hayret ediyor. O kadar güzellerdi ki adeta tablo gibi
dokunmuşlardı. El emeği göz nuru diyebileceğimiz halıları büyük bir hayranlıkla
izledik.
Müzede çoğu Safavi dönemi ve
Kaçar dönemi ile çağımıza ait İran’ın farklı şehirlerinden getirilen çeşitli
halılar sergilenmekteymiş. Müzenin dışından gözlemlenen delikli mimari yapı,
dokuma tezgahını çağrıştırmak ve aynı zamanda yazın güneş ışınlarının bina
içindeki ısıyı arttırmasını önlemek için gölgeyi dış duvarlara yansıtmak üzere
özel tasarlanmış.
Birinci kattaki ana salonun
girişinde İran’daki en önemli dokuma merkezlerini gösteren bir harita
bulunmaktaydı. Burada dokumada kullanılan aletlerin, doğal boyaların, boyanmış
ipliklerin ve dikey bir dokuma tezgahının sergilendiği vitrinler vardı.
Müze, binden fazla eski halı ve kilimden oluşan kapsamlı bir koleksiyona sahipmiş. En eski ve özel öneme sahip eserlerden biri Safavi dönemine ait “Sangeşku” adlı halıymış. Müzede sergilenen halılar arasında hayvan desenli motiflerle süslü yedi halı, Şeyh Safiyeddin Erdebili’nin halıları, bahçe halıları ve Polonya halıları görülmeye değerdir. Halılar, Kaşhan, Kerman, İsfahan, Tebriz, Horasan gibi İran’daki en ünlü halı dokuma merkezlerinde dokunmuş.
Polonya Halısı adıyla tanınan
halılardan birisi, bir Polonya Prensinin siparişiyle XVII. yüzyılda İsfahan’da
dokunmuş. Bu halı daha sonra Polonya’ya gönderilmiş. Halıların dokumasında
kullanılan malzemeler altın ve gümüş ipliklerle birlikte dokunan doğal
boyalarla boyanmış ipek ipliklermiş. Dünya çapında bu şekilde dokunan sadece
300 halı olduğu belirlenmiş ve yedi tanesi İran’a getirilmiş.
Gezgin Gülten İŞÇİMEN'in diğer gezi yazıları için http://gezininadresi.blogspot.com.tr
adresini ziyaret edebilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder