Boğa
güreşi, flamenko müziği-dansı, tapası-sangriası, sineması, futbol ve basketbol
takımları, Gaudi, Cervantes, Picasso, Salvador Dali, Lorca ve listenin uzayıp
gideceği dünyaca ünlü sanatçıları ile az buçuk aşina olduğumuz İspanya’yı
yakından tanıyalım deyip bu kez rotamızı
Madrid ve Endülüs’e çevirdik. İtalya gibi Avrupa’nın bu Akdenizli
ülkesinde de kendimizi rahat hissedeceğimizden emindik.
Avrupa’nın en kalabalık beşinci şehri olan Madrid’in şehir olarak kuruluşu ve başkent oluşu yakın dönemlere dayanıyor: İlk kez dokuzuncu yüzyılda Emevi Sultanı I. Emir Muhammed tarafından, bugün Palacio Real’in bulunduğu bölgede Toledo’yu Hristiyan saldırılarından korumak ve mola vermek amacıyla küçük çapta bir kale saray yapılıyor. Kaleye Arapça “su yolu” anlamında “Mayrit” adı veriliyor. Bu kale çevresinde gelişen yerleşim yeri 1085 yılına kadar Müslümanlarda kalıyor. Kastilya- Leon Kralı VI. Alfanso tarafından 1085 yılında Toledo alınırken, Mayrit kalesi ve çevresindeki yerleşim yeri yakılıp yıkılıyor, ancak başkent olarak Toledo seçiliyor, Mayrit uzun süre göz önünde olmuyor.
Kral II. Felipe’nin 1561 yılında Kraliyet Mahkemesini Madrid’e taşıması ve
İspanya’nın merkezinde olması nedeniyle başkent ilan etmesi sonrasında
Madrid’te önemli yapılar inşa ediliyor, nüfusu ve önemi artıyor. Orta çağda
Amerika’nın keşfi sonrasında gelen altın ve ganimetlerle daha da gelişip,
zenginleşiyor.
Bugünkü
Avrupai görünümünü kazanması ise onsekizinci yüzyılda Kral III. Carlos
döneminde oluyor. Castellana Caddesi, Alcala Kapısı, Prado Sarayı, Kraliyet
Sarayı (Palacio Real) bu dönemin eserleri. 1808-1813 yıllarında Napolyon
Bonapart yönetimindeki Fransa tarafından işgal
ediliyor.
İspanya 1936 ve 1939 yılları arasında, dünyanın en büyük iç savaşlarından birini
yaşıyor ve General Franco’nun 1975 yılında ölümüne kadar 36 yıl süren diktatörlük
dönemi başlıyor. Bu dönemde tüm Devlet kurumları Madrid’te toplanarak, diğer
şehirlere göre Madrid ön plana çıkarılıyor.
Günümüzdeki
Madrid hüzünlü ve kanlı geçmişine inat,
neşeli ve canlı bir şehir.
İstanbul’dan
Madrid-Barajas Havaalanına 3 saat 40 dakika süren bir yolculukla ulaşılıyor. Grup
olduğumuzdan şehir merkezine ulaşımda metro ve aktarmalarla uğraşmayıp, taksiyi
tercih ettik (süre 20 dak., fiyat fiks 30 Euro). Otelimiz
Gran Via (caddesi) ile Gran Via metro durağının çok yakınında
idi. Otele yerleştikten
sonra metro durağının bulunduğu
Montera Caddesinden aşağıya yürüyerek, şehrin tam merkezinde bulunan
Puerta del Sol’a çıktık. Sadece yayalara açık olan Montera üzerinde pek çok kafe, restoran yer alıyor.
Gecenin ilerleyen saatlerinde ise cadde başka bir çehreye bürünüyor.
Puerta del Sol
(Güneşin Kapısı): Şehrin en ünlü
meydanı. Onbeşinci yüzyılda, şehrin
etrafını saran duvarın giriş kapılarından biri burada imiş. Adını ve yarım daire şeklini bu kapıdan
almış. Belki de çevresindeki binaların onarımda olmasından, gördüklerim içinde
hayal kırıklığına uğradığım ve en beğenmediğim meydan oldu. Şehrin sembolü olan
Ayı ve Kocayemiş Ağacı Heykeli ile III.
Carlos’un heykeli bu meydanda. Meydanın bir ucunda bulunan şehrin sembolü
heykeli görebilmek için biraz çaba harcamanız gerekiyor. Şehrin merkezinde
olması nedeniyle halkın klasik buluşma ve toplanma yeri olan meydan gece gündüz
her daim kalabalık.
Fransız mimar Jacques Marquet tarafından, 1766-1768 yıllarında yapılan ve Franco döneminde
İçişleri Bakanlığı olarak kullanılan bu meydandaki kırmızı tuğlalı “Postane
Binası” aynı zamanda Franco muhaliflerine yapılan işkenceleri ile anılıyor.
1808
yılında Napolyon tarafından halk isyanının bastırılması, 1912 yılında Başbakan
Jose Canalelaj’ın öldürülmesi, 1932 yılında 2. Cumhuriyetin ilan edilmesi gibi
geçmişte bir çok önemli tarihi olaya
tanıklık eden Puerta del Sol, şu anda da Madrid’in gösteri merkezi konumunda..
Bir
şehri keşfetmenin en iyi yolu yürümek, ancak, zaman kısıtlı olunca şehir turu
almak zorunlu ve anlamlı olabiliyor.
Meydandaki büfeden yaklaşık 2
saat süren şehir turu bileti (12
Euro) alıyoruz. Zamanı bol olanlar bir veya iki günlük (21-25 Euro) Hop On-
Hop Off bileti alarak şehri daha ayrıntılı keşfedebilirler.
Calle
Mayor üzerinde bir süre yürüyerek Plaza de San Miguel’e ulaşıyoruz. Bu meydanın
önündeki duraktan başlayan turumuz yine bu durakta sonlanıyor. Şehrin önemli
bölgeleri ve genel krokisi kafamızda yerleşiyor. La Latina semti İstanbul’a
benzerliği ile dikkatimizi çekiyor. Tur sonunda, edindiğimiz bilgiler ışığında
Prado Müzesine ulaşacağımız en kısa rotayı belirliyoruz. Çevre semtleri ve Real
Madrid’in meşhur Bernabeu Stadyumunu dışından da olsa görme fırsatı buluyoruz.
Bir
zamanlar Avrupa Şampiyonlar Liginde Türk takımlarına cehennem azabı yaşatan bu
stadyumda, Barselona forması ile Real
Madrid ve Barselona takımlarının
karşılaşmasını izlemek ve İspanyolların futbol izleme kültürünü deneyimlemek
harika olurdu diye düşünüyorum. Kimbilir belki bir gün…
Şehir
orta ölçekte, ne küçük ne çok büyük,
düzenli, yeşil ve tarihi binaları ile geçmişine saygılı. İlk anda geniş caddeleri, meydanları ve
parkları ile gönlümüzü çeliyor. A
o da bir şey mi Avrupa’nın tüm şehirleri bu özellikleri taşıyor dediğinizi
duyar gibiyim. Madrid ve genelinde İspanya’daki meydanlar tarihle bugünü
birleştiren, günümüzü de yaşatan meydanlar. Ayrıca kendi ülkemizde şehrin
içinde böyle geniş meydanlar ve parklara hasret kalmamız, sokağa çıkmaktan
korkar hale gelmemiz gibi nedenlerle içinde bulunduğum ruh halim meydan ve
parkları benim için cazip kılmış olabilir. Tabii yaz döneminin ve uzun gecelerin etkisi de vardır, bilemiyorum.
Los Austrias semtinde Basilica de San Francisco el Grande
Mercado de San Miguel: Şehir turu sonunda Mercado de San Miguel’e uğruyoruz. Burası ayak
üstü çeşitli tapaslar, deniz ürünleri deneyebileceğiniz, çeşitli içecekler
bulabileceğiniz şarküteri ürünleri vb.
yiyeceklerin de satıldığı, metal mimariye sahip kapalı bir pazar yeri.
Yiyeceklerin kokusuna ve çekiciliğine dayanamayan arkadaşlarımız, denedikleri tapasları
gayet lezzetli buluyorlar.
Cava Baja: Oturabileceğimiz bir mekan aradığımızdan yakınında bulunduğumuz Cava Baja sokağındaki tapasçılara bakıyoruz, yerel yemek saatine hayli vakit olduğundan yer bulmakta zorlanmıyoruz. Grup iki farklı mekana dağılıyor, herkes yaptığı seçimin sonucundan memnun. Gözümüz dönmüş şekilde neredeyse menüdeki tüm tapas çeşitlerini söylediğimiz TragaTapas adlı mekanın özellikle soslu karides ve kalamarını beğeniyoruz. Kişi başı yemek maliyeti içecek (Sangria) dahil 12 Euro tutuyor.
Dönüşte, Plaza Mayor’dan geçerek
yeniden Puerta del Sol’a geliyoruz. Artık güzergahı
öğrendik, Puerta del Sol’u bulunca sorun
yok. Bu kez Montera’dan bir önceki caddeyi kullanıyoruz. Özellikle giyim
mağazaları ve alışveriş mekanlarının yoğunlukta olduğu bu yol da bizi meydandan doğrudan Gran Via’ya çıkarıyor.
Plaza Mayor (Büyük Meydan): Etrafı üç katlı ve çok balkonlu binalar ile çevrilmiş
dikdörtgen meydanın ortasında Kral III. Felipe tarafından yaptırılan, anılan
krala ait bir heykel bulunuyor. Meydanın ilk tasarımı Juan de Herrera’ya ait.
Bir zamanlar kraliyet törenleri, boğa güreşi, engizisyon yargılamaları ve
idamları gibi amaçlar için kullanılan meydan günümüzde sokak gösteri sanatçıları,
konserler ve yerel festivallere ev sahipliği yapan, hareketli, turistik bir
mekana dönüşmüş.
Prado Müzesinin birinci katındaki galerilerden
birinde meydanın, tarihdeki işlevini
anlamamızı sağlayan Francisco Rizi’ye ait ilginç bir resim bulunduğunu
meraklısına fısıldayayım.
Bu şekilde binaların çevrelediği
İspanya klasiği dörtgen (Herrerian tarzı) meydanlara diğer şehirlerde de rastlamak mümkün.
Barcelona’da “Placa Reial” ile Cordoba’da “Plaza de la Corradera” hemen aklıma
gelenler.
Meydanda üzerinde renkli freskler bulunan bina, “Casa de la Panaderia- Fırıncının Evi” olarak anılıyor. Geçmişte kraliyet ofisleri olarak kullanılan bina, günümüzde Madrid Belediyesi Kültür İşleri Birimince kullanılmaktaymış.
Çevresi kafelerle dolu renkli ve cıvıl cıvıl meydanda kısa bir mola veriyoruz. Ancak, gece aynı hareketliliği bekleyip benim gibi hayal kırıklığına uğramayın.
Meydan,
çevre meydan ve caddelere üstü kemerli geçitlerle açılıyor. Bunlardan biri de Plaza
de San Miguel’e açılan kemerli geçit.
Gran Via: 1910 yılında 14 sokak ve bir semt yıkılarak inşa edilen Gran Via, ünlü markaların mağazalarının bulunduğu, kentin en işlek caddelerinden biri. Caddenin batı yönünde Plaza de Espana yer alıyor. Doğu ucu ise Calle de Alcala’ya kadar uzanıyor. Cadde üzerinde mimari tarzda pek çok bina bulunuyor. Tasarımını Amerikalı Weeks’in yaptığı Madrid’in ilk gökdeleni Telefonica ile tasarımı Fransız mimar Jules ve Raymond Fevrier’e ait Metropolis binası bunlardan sadece ikisi.
Gran Via üzerinde Callao metro
durağının olduğu meydanda canlı konserler veriliyor. Meydan, akşam verilecek bir
konsere hazırlanıyor.
Sanat sevenler için “Müzeler Diyarı” olan Madrid’te ikinci gün
programımızda, Prado ile Reina Sofia müzeleri var. Gran Via’da doğu yönünde düz
ilerleyip, Cibeles Meydanına vardığımızda Paseo Del Prado’ya dönüyor ve bu yolu
takip ederek kolayca Prado Müzesini buluyoruz.
Prado Müzesi: Madrid’te görülmesi gereken müzelerin başında gelen ve dünyanın sayılı
müzeleri arasında yer alan Prado Müzesi oldukça zengin bir koleksiyona sahip. Kuzey
Rönesans sanatının önemli eserlerine ev sahipliği yapan müzede, Bosch, Rubens,
Titian, Raphael, Murillo, Dürer, El Greco,
Caravaggio, Ribera, Rembrant, Bruegel ve pek çok değerli sanatçının
eseri bulunuyor. Dünyanın en ilginç ressamlarından Hollandalı erken Rönesans
dönemi ressamı Hieronymus Bosh’un en fazla eseri bu müzenin koleksiyonunda yer
alıyor.
İspanyol ressamlar, “Gerçeğin
Ressamı” lakablı Diego Valazquez ile İspanyol modern dönem ressamlarının ilki
kabul edilen Francisco Goya ve eserlerini yakından tanıma fırsatı buluyoruz.
Diego Valazquez’in “Las Meninas-Nedimeler 1656” adlı eseri Prado’daki en
değerli eser kabul ediliyor.
Francisco Goya’nın 62 yaşında iken Fransızlar tarafından
sivillerin katledilişinden etkilenerek yaptığı “The Third of May, 1808-
Mayıs’ın Üçü” Fransızların sivil İspanyolları katlettiği günü anlatıyor.
Reina Sofia Müzesi: Fotoğraf, resim, heykel, grafik
vb. karma eserlerin bulunduğu çağdaş sanatlar müzesi. Müzenin 2 ve 4 üncü katlarında sürekli koleksiyonlar sergileniyor.
Başta Salvador Dali, Miro ve Picasso olmak üzere İspanya’nın modern dönem
sanatçılarının eserleri müze koleksiyonunda yer alıyor.
Müzedeki en değerli eser Picasso’nun “Guernica” sı. Nasıl savaşın acımazlığını betimleyen, savaş karşıtı en güzel edebi eser “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” ise, bunun resim sanatındaki karşılığı “Guernica”’da hayat buluyor. Müzede diğer eserlerin fotoğraflarını çekme izni varken, Guernica'nın sergilendiği salondaki eserleri çekmek yasaktı. Ancak bu önemli eseri internetten kopyalayarak ekliyorum
Müzedeki en değerli eser Picasso’nun “Guernica” sı. Nasıl savaşın acımazlığını betimleyen, savaş karşıtı en güzel edebi eser “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” ise, bunun resim sanatındaki karşılığı “Guernica”’da hayat buluyor. Müzede diğer eserlerin fotoğraflarını çekme izni varken, Guernica'nın sergilendiği salondaki eserleri çekmek yasaktı. Ancak bu önemli eseri internetten kopyalayarak ekliyorum
Salvador Dali
Her iki müzedeki en önemli eserleri daha fazla incelemek isterseniz.
Müzeler Diyarı Madrid yazımızı tıklayınız.
Reina Sofia müzesinden sonra Retiro Park’a gitmek için Caudio Moyano Caddesinden geçiyoruz. Cadde üzerinde ikinci el kitap tezgahları sıralanmış.
Retiro Park: Kraliyet ailesine ait ve 350 dönümlük alana sahip park, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Kral Alfonso XII döneminde halka açılmış. Şehrin
içinde olup aynı zamanda kendinizi dışında hissedebileceğiniz muhteşem bir
nefes alanı yaratılmış.
Güney yönündeki Angel Caido kapısından girip, kuzey yönündeki Independencia kapısından çıktığımız parkın içinde yaklaşık 3 saat geçiriyoruz.
Kitap fuarı, konserler, sergiler
gibi etkinliklerin de gerçekleştiği
parkta çimlerde yayılıp güneşlenen, kitap okuyan, bisiklet kullanan, paten kayan
insanlara imrenerek bakıyoruz.
Parkta Alfonso XII Anıtının bulunduğu, kayıkla gezinti yapılabilen yapay bir gölet oluşturulmuş.
Parkın içinde iki sanat galerisi bulunuyor:
Palacio de Cristal: 1887 yılında inşa edilen ve geçmişte egzotik bitkiler için sera olarak
kullanılan Palacio de Cristal (Kristal Saray) günümüzde çağdaş sanatçıların
geçici sergilerine ev sahipliği yapıyor. Ziyaretimize denk gelen Damian
Ortega’ya ait “The Rocket and the Abyss” sergisinden birkaç kare.
Palacio de Velazquez: Mimar Ricardo Velazquez Bosco tarafından 1881-1883 yılları arasında ulusal bir sergi için inşa edilmiş. daha sonra da sürekli sergi amaçlı olarak kulanılmıştır. Bina neoklasik tarzda, dışı kırmızı tuğla ve çini ile dekore edilmiştir. Günümüzde Reina Sofia Müzesinin sergilerine ev sahipliği yapmaktadır.
Madrid’teki Atocha ve diğer tren istasyonlarında, 11 Mart 2004 tarihinde gerçekleştirilen saldırıda hayatını kaybeden her insan için zeytin veya selvi ağacı dikilerek oluşturulmuş “Anıt Ormanı” da yine bu parkta bulunuyor.
Parkın kuzey yönündeki Independencia
kapısından, Plaza de la Independencia’ya çıkıyor ve bu meydandaki Puerta de
Alcala (Alcala Kapısı)’nı görüyoruz. Metro kullanıldığında “Retiro”
istasyonundan ulaşılabilir.
Alcala Kapısı: III. Carlos döneminde, şehrin doğu yönündeki giriş kapısı olarak 1774-1778
yılları arasında yapılmış üç kemerli anıt. Roma mimarisindeki zafer taklarına
benzeyen, neoklasik mimariye sahip bu
anıtın tasarımını İtalyan mimar Francesco Sabatini yapmış.
Calle de Alcala üzerinden Cibele
Meydanına giderken dans ve müzik gösterisi yapan (muhtemelen Katalan) bir grupla karşılaşıyoruz.
Cibele Meydanı: Adını meydanın ortasındaki aslanların çektiği arabada bulunan bereket
tanrısı Kibele heykelinden alıyor. Anadolu'da yerleşen Frigyalıların bereket tanrısının burada ne
aradığı ise bir muamma. Meydan, XIX. yüzyılda yapılan, Palacio de Cibeles,
Banco de Espana, Palacio Buenavista ve Palacio de Linares gibi önemli mimari tarzda binalarla
çevrelenmiş. Kadraja sığdıramadığımdan anlaşılamıyor, Palacio de Cibeles bu
geniş meydandaki en görkemli bina olarak hemen dikkat çekiyor. Burası aynı
zamanda Real Madrit’in galibiyet kutlamalarını yaptığı meydan olarak biliniyor.
Yazın havanın geç kararması sayesinde günü
uzatıyoruz ve kendimizi La Latina semtinin sokaklarına atıyoruz.
La Latina: İnişli çıkışlı sokakları ve genel havasıyla istanbul’a benzeyen, bar, kafe
ve restorantların yoğunlukta olduğu bu semti çok sevdim.
Can'ım arkadaşım Şengül ile Latina semtinde, renk cümbüşü içindeki bu şekerleme dükkanına
(La Cure Gourmande) bayılıyoruz.
El Rastro: Pazar günleri Calle de Toledo ve çevresindeki sokaklarda kurulan, bizdeki
“Nişantaşı, sosyete pazarı” paralelinde, oldukça geniş bir alana yayılan,
görülmemesinin bir eksiklik olmayacağı açık pazar. Ancak, antika ve alışverişi
seven insanlar için çekici bir mekan olabilir. Yelpaze, kastanyet, magnet gibi
şehre özgün hediyelik eşyaları uygun fiyata bulabilirsiniz. Pazarın farklı bölgelerinde
farklı fiyatlarla karşılaşmanız mümkün. Rahat gezebilmek için olabildiğince
erken gidilmeli, gün içinde acaip kalabalıklaşıyor. Biz taksi kullandık, metro
ile “Latina” durağından ulaşılabilir.
Endülüs dönüşü, Madrid’teki son
günümüzü Palacio Real’i görmek için ayırdık.
Madrid gezimizi bu güzel sarayla taçlandırdık. Puerta del Sol’a gelip, batı yönünde Calle del Arenal’da yürüyerek Plaza de İsabel II ve Teatro Real’in
yanından saraya ulaşmamız çok zor olmadı.
Palacio Real: 1937 yılına kadar İspanya
Kralının resmi konutu olan saray, sadece
resmi törenlerde kullanılıyormuş. İspanya’nın yönetim şekli parlamenter monarşi.
Sembolik yetkileri olan kral, şehir dışındaki Zarzuella Sarayında ikamet ediyormuş.
Sarayın ilk yerinde Toledo Kralının
dokuzuncu yüzyılda savunma amaçlı kurduğu bir kale varmış. Kral V. Felipe’nin
1734 yılında yanarak yok olan bu kalenin yerine daha dayanıklı bir saray
yaptırmak istemesi üzerine yapımına başlanılan neoklasik tarzdaki saray 1755
yılında tamamlanmış.
Kraliyet Sarayı Franco Dönemi ile
Cumhuriyet dönemindeki yöneticilere de ev sahipliği yapmış.
Yaklaşık 3500 odası olan, içi
dışından daha görkemli Avrupa’nın bu en
büyük kraliyet sarayını yeterli
zamanımız olsaydı (ki taht odası, kraliyet şapeli, Carlos III ve Carlos IV
odaları, yemek odası, porselen odası gibi sınırlı bölümleri görülebiliyor) mutlaka
gezmek isterdim. Bunun için tabii ki geniş zaman ayırmak gerekiyor.
Hazır Saray’ı ziyaret etmişken, buranın yakınında bulunan; Sabatini Bahçeleri, Campo del Moro Bahçeleri (Arap Bahçeleri), ortaçağdaki Müslümanlar döneminden kalan sur kalıntılarının bulunduğu Muralla Arabe, Basilica de San Francisco el Grande ile Plaza de Espana’nın de görülebileceğini ilgilisine hatırlatayım.
Saraya giden yoldaki heykeller
Almudena Katedrali: 1883 yılında Kral Alfanso XII döneminde yapımına başlanan Katedralin yapım
süreci ekonomik (bağış yapanların açıklanmayacak olması nedeniyle gösteriş
düşkünü zengin İspanyolların ilgisini çekemiyor), iç savaş
vb. nedenlerle 100 yılı aşıyor, 1993 yılında tamamlanabiliyor. Aslında
yapımına karar verilmesi daha da eski yıllara dayanıyor. Katedralin bulunduğu
yerde Madrid’in ilk camisi ve sonrasında Madrid’in azizlerinden Santa Maria de
la Almudena’ya ait bir kilise varmış. Kral II. Felipe’nin Madrid’i başkent yapması sonrasında yeni kilisenin
yapımı için planlar yapılmış, kilise yapımı
için izin alınmış ve inşaata başlanılmış ancak
devamı gelmemiş.
Kral Alfanso XII kaybettiği ilk eşi
Maria de Las Mercedes’in anısına ve mezar olsun diye Katedral inşaatını yeniden
başlatmış. Uzun yapım sürecinde muhtelif mimarların görev aldığı Katedral
eklektik bir mimariye sahip. Dış cephesi hemen karşısında yer alan Saray ile uyum sağlasın diye neoklasik tarzda
yapılmış, iç mimaride ise neogotik ve neoromanesk tarz kullanılmış. Tavan süslemeleri
ve onaltıncı yüzyıldan kalma sunak taşı öne çıkıyor. Katedralin bir özelliği de
1993 yılında Papa 2. John Paul tarafından
kutsanmış tek İspanyol Katedrali olmasıymış. Katedral tamamlanınca da çilesi
bitmemiş, resmi olarak halka açılışı 2004 yılında şu anki Kral Felipe ile Letizia Ortiz ‘in evlilik töreniyle
gerçekleşmiş. Çoğu katedralden farklı ve daha modern
mimariye sahip bu katolik Roma Katedrali görülmeyi hakediyor.
Atocha Tren İstasyonu: Atocha, içinde bir “Botanik Bahçesi” de bulunan Madrit’in en büyük tren istasyonu. Dökme demir, tuğla ve cam malzemenin kullanıldığı ilginç bir mimarisi var. Toledo ve Cordoba’ya giderken ve Endülüs dönüşünde yolumuz sık sık bu güzel istasyonla kesişti.
2004 yılındaki El Kaide saldırısında
191 kişi ölmüş. Bu nedenle İspanya’daki tren istasyonlarında sıkı güvenlik
önlemleri uygulanıyor, eşyalar X-ray cihazından geçiriliyor. İstasyona son anda
gelmeniz durumunda güvenlik kontrolü nedeniyle treninizi kaçırmanız mümkün.
Öznel düşüncem, kafamdaki kent olgusuyla örtüşen şehir Madrid’te hayat meydanlarda, parklarda, sokaklarda ve enerjisi size de yansıyor. Şehrin ve açık mekanların keyfini çıkarabilmek için kesinlikle kış döneminde tercih edilmemesini öneriyorum.
Plaza de Espana, Plaza del Dos
Mayo, Plaza de Santa Ana başta olmak
üzere Madrid’te daha görülecek, keşfedilecek çok meydan, mekan ve lezzet var. Sizi
ikna edebildim mi bilemiyorum, ama ben başka bir destinasyonla birlikte bu kez
özellikle Cervantes’in izini sürmek için Madrid’e yeniden gelmek isterim. Bunun
için gerekli ritüelimi yaptım, şehrin
sembolü “Ayı” heykelinin önünde fotoğraf çektirdim, gelişimi garantiye aldım.
5 yorum:
Ayşecim, sayende okurken bir kez daha Madrid ı gezdim. Üstelik gezerken bilmediğim o kadar çok şey öğrendim ki...Teşekkürler Ayşem.
Munise Hanım, sizlerle birlikte güzeldi. Gezi öncesi ve sonrası paylaşımlar da ayrı bir keyif veriyor. Sağolun:)
Gezmenin keyfi Size okuduklarımızın keyfi de bize olsun. Eline sağlık Ayşe okuyucuya bu kadar deger verir bir gezgin-yazar. Görsel zenginlik icin ayrıca sağol, belleğimde daha iyi yer etti yazdıkların. Eline gözlerine sağlık, Yeni gezilere...
Sevgili Ayse, büyük keyif aldım yazdıklarından. Okuyucuya birşeyler getireyim sorumluluguyla gezdigini düşündüm. Fotoğraflarla bir zengin yazıydı. Ellerine sağlık, yenilerini bekliyoruz.Salim Koç
İlginiz ve değerli görüşleriniz için çok teşekkür ederim. Aldığım keyfi yansıtabilmiş olmama sevindim:)
Yorum Gönder