Gezgin: Neriman YAŞAR
Işık Doğu'dan Yükselir
Horasan
erenlerinin, Attar’ın, Hacı Bektaşi Veli’nin, Mevlana’nın, Şemsi Tebrizi’nin,
Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun, Ömer Hayyam’ın, Nizam-ül Mülk’ün, Hasan
Sabbah’ın, Alamut kalesinin, İmam Rıza’nın, Firdevsi’nin, Şehriyar’ın, 1001
gece masallarının diyarında, neredeyse masal tadında bir geziyi anlatacağım
size. Düne, geçmişe bir yolculuk bu…
İran
çok büyük bir ülke, yüz ölçümü Türkiye’nin iki katından fazla. Bu kadar büyük
bir ülkeyi tek seferde gezmek hem uzun zaman alacağından, hem de çok yorucu
olacağından, tur programları iki etaplı yapılıyor. Güney İran’a gidebileceğiniz
gezi alternatifi bulmak nispeten kolay, ama kuzey İran için yok denecek kadar
sınırlı. Biz grubumuzla gezerken, Hazar denizi kıyılarındaki beş altı kişilik
Alman kafile dışında hiç turist görmedik.
Yıllar
önce güney İran’a yaptığım gezi sonrası estetik, zarafet, mimari, geçmişe saygı
ve kadim bir kültürün her unsurunun korunmuş olması beni çok etkilemişti.
Şairleri
ve zarif mimarisi ile aşkın ve şiirin kenti Şiraz, büyük meydanı ve görkemli
köprüsü ile İsfahan, yasemin kokan sokakları ve sarı çöl mimarisi ile Yezd,
Zerdüşt tapınakları ve ölülerin bırakıldığı sessizlik kuleleri, Persapolis beni başka bir dünyaya götürmüştü sanki.
Kuzey
İran ise Türkçe konuşarak gezebileceğiniz, yolda insanların sizi çevirip hatırınızı
soracakları, sarılacakları, hatta evlerine davet edecekleri çok bizden bir yer.
Alışveriş merkezlerinin olmadığı ya da çok sınırlı olduğu, her ilde çarşı
kavramının yaşadığı, yan yana küçük dükkanlardan ihtiyacınız olan her şeyi
bulabileceğiniz, sokaklarda insanların ailecek dolaştığı, parklarda çoluk çocuk
piknik yaptığı (mangal değil), hani neredeyse bizim 1970 lerdeki aile ve sosyal
hayatımıza benzer yapının devam ettiği, suratı asık mutsuz depresif insanlar
yerine, kendileriyle barışık dimdik yürüyen insanların yaşadığı bir coğrafya.
Kadınların başı örtülü ama bu sadece başın üzerinde bir örtü, son derece
özgüvenli, çok şık ve bakımlı kadınlar. Gözleri çok güzel ve muhteşem göz
makyajı ile bunu daha da belirgin kılıyorlar.
Yazıda,
gezdiğimiz mekanlara ve önemli kişilere ilişkin rehberimizin aktardığı (biraz
da benim araştırdığım) bazı bilgiler ve efsanelere de yer verdim, ama bunlar meraklısınadır,
ilginizi çekmez ise atlayarak okumanızı öneririm.
Tebriz
Gezimiz Tebriz’den başlıyor. Doğu
Azerbeycan Eyaletinin (İran’da 31 eyalet var) başşehri. Nüfus olarak İran’ın
dördüncü büyük şehri, sanayi bakımından ise İran’ın ikinci büyük şehri Tebriz. Nüfus
çoğunluğunu Azerbeycan Türkleri oluşturuyor. Azerice konuşuluyor, sokaktaki
herkes ile Türkçe iletişim kurabiliyorsunuz ve çok çok yardımsever
davranıyorlar.
Meraklısına; Azerilerden
sonra İran’da yaşayan en kalabalık ve göçebe olan Türk topluluğu Kaşkay Türkleri imiş. Kültürleri hiç bozulmamış, kıyafetleri
otantik ve konuştukları dil Anadolu Türkçesine çok yakınmış. Nissan 2006 da
çıkardığı modeline; Kaşkay Türklerine atfen, en bozulmamış ve güçlü marka imajı
olarak Qashqai adını vermiş. Tasarımcılar, alıcıların da göçebe ruhlu
olacağını vurgulamak istemiş.
İran’ın her yerinde şehitlerin resimleri ve şehitler için anıtlar görmek mümkün. Tebriz sokaklarında gezerken gördüğümüz bu duvar ilanının, bir cenaze duyurusu olduğunu öğrendik. Vefat eden bir kadın, ama duyuruda şehit oğlunun resmi var ve “şehit….. nın annesi ….. vefat etmiştir” şeklinde kamuoyuna duyurulmuş.
Şehir
Müzesi
Bu müzenin giriş katında
Tebriz’de geçmişte kullanılmış objeler sergileniyor. Aydınlatma, ayakkabı,
sağlık, itfaiye, film ve baskı gibi alanlarda kullanılmış cihazların ilk hali
sergilenmekte.
Üst katta ise dev büyüklükte
İran halılarının olduğu bir salon var. Halıların renkleri ve desenleri tablo duygusu verecek kadar gerçekçi.
Azerbeycan Milli Müzesi
Çoğunlukla İran
Azerbeycan’ındaki kazılardan çıkan eserlerin sergilendiği müze üç kattan oluşuyor.
Müzenin giriş katında arkeolojik buluntular sergileniyor. İyi aydınlatılmış ve
eserler modern müzecilik anlayışı ile sergilenmiş.
Giriş katın altındaki salonda insanlık tarihine ve bazı olaylara ilişkin dev heykeller ile canlandırma yapılmış. İlk önce ürkütücü geldi, ama sonra heykeller ile yapılmış kompozisyon gibi eserler çok etkiledi beni. Heykellerin yüzlerindeki ifade neredeyse biraz sonra canlanıp ses çıkaracaklarmış kadar gerçekçiydi. Girişin üstündeki katta ise İslam sonrası eserler sergilenmekte.
Şair
Şehriyarın evi
Seyid Muhammed
Hüseyin Behçet-Tebrizi (1906 Tebriz- 1988 Tahran) şiirlerinde Şehriyar
mahlasını kullanan Azeri bir şair. Şiirlerinde kullandığı duru Türkçe ile
tanınıyor. Haydar babaya hitaben yazdığı şiirler bir dağ ile dertleşme imiş. Müze
olan evin içindeki eşyalardan mütevazı yaşamının izlerini görmek mümkün.
Aşağıda yer alan
dörtlüğü hem yalın anlatımı ile hem de içerdiği derin anlam ile ilgi çekici.
Su
gelir akar gider
Deryanı
yıkar gider
Bu
dünya bir penceredir
Her
gelen bakar gider
Biz
de Tebriz’de dünya penceresinden şöyle bir bakıp geçtik…
Gök
Mescit
Karakoyunlu Cihan Şah
tarafından 1465-66 yıllarında yaptırılmış. En büyük özelliği binanın içini ve
dışını süsleyen mavi rengin yoğun kullanıldığı çiniler imiş.
Depremler sonucu büyük ölçüde yıkılmış, yıkılmayan bölümlerde ise duvar çinilerinin bir kısmı düşmüş. Bu harabe hali ile bile çok görkemli ve etkileyici bir yapı.
Depremler sonucu büyük ölçüde yıkılmış, yıkılmayan bölümlerde ise duvar çinilerinin bir kısmı düşmüş. Bu harabe hali ile bile çok görkemli ve etkileyici bir yapı.
Otantik bir restoranda; üzerinde küçük nar taneleri gibi (zeliş) tatlı ekşi tadı olan, daha önce hiç yemediğim bir meyvenin bolca kullanıldığı yaprak sarması ve şekli içli köfteye benzeyen ama tadı daha baharatlı ve içinde erik olan tebriz köfte yedik.
Kurban bayramı öncesi arefe
gecesini Tebriz’de geçiriyorduk. Otobüs ile gece yaptığımız şehir turu
sırasında bu büyük şehirde; yoğun trafik, rengarenk meydanlar, sokaklarda her yaştan yürüyen insanlar, görkemli
konutlar, ağaçlandırılmış refüjlerden geçerek Elgölü (Şahgölü) denilen bir
parka geldik. Kaçar Hanedanlığı zamanında yazlık saray olarak da kullanılmış konaktan
ve konağın içinde bulunduğu gölden oluşan parkda, göl etrafında yürüyüş yapmak
ve etraftaki irili ufaklı restoranlarda yemek yemek mümkün. Gölün üzerinde
rengarenk ışıklandırılmış fıskiyeler gece karanlığında dans ediyordu. Etrafta
ailecek dolaşan kalabalık bir insan seli içinde yürürken, 70’li yıllardaki
Ankara gençlik parkını hatırlattığını düşündüm.
Erdebil
Tebriz’den yaklaşık 216 km
mesafede. Modern görünümüne Ahmedi Nejat döneminde gelmiş. Aşure ve Şii
ritüellerinin en yoğun yaşandığı şehirmiş.
Shaikh Safi al-din Ardabili türbesine,
önünde güvenlik görevlilerinin olduğu görkemli kemerli bir
kapıdan giriliyor.
Bakımlı, rengarenk güllerin olduğu bir bahçe
karşılıyor bizi, buradan geçip yine görkemli ahşap kapıdan büyük bir avluya girdiğimizde “hadi
canım” diye hayret nidaları duyuluyor herkesten.
Gökyüzü mavi ve dört bir yanımızın
mavi yoğunluklu seramik duvarlardan oluştuğu bir avludayız. Biraz ilerde, mavi
çiniler ile sarı taşın birlikte kullanıldığı kubbeli zarif bir yapı var. Fotoğraf
karesine sığmayan, daha doğrusu bütününü fotoğraf ile yansıtamayacağınız (benim
gibi acemi için) bir avlu burası. Avluya açılan çok sayıda odacık kapısı
görünüyor. Bunlardan birisi çile hane olarak kullanılıyormuş. Kuzey İran’da en
etkilendiğim mekanlardan biriydi burası. Daha avludayken bir sükunet ve huzur
kapladı içimi.
Türbenin içine (ayakkabılarımızı
çıkararak) girdiğimizde, avludaki mavi renkten sonra kahverengi ve sarının
tonları ile altın pırıltısı gözlerimi kamaştırdı. Yapının kubbesi irili ufaklı
altın yaldızlı bezemeler ile donatılmış, tam karşıda muhtemelen altın kafeslerden oluşmuş bir paravanın arkasında
ahşap oymalı bir sanduka görünüyor. Bu Şeyhin sandukası. Kadın ve erkekler
saygılı bir biçimde yaklaşıp kafeslere ellerini sürüp dua ediyor ve sırtlarını
dönmeden uzaklaşıyorlardı.
Bu mekandan alçak bir kapı ile
girilen yan tarafta başka bir sürpriz var. Büyük bir salon burası, duvarlar ve
kubbeli tavan irili ufaklı nişlerden oluşuyor. Geçmişte Çin imparatorunun
gönderdiği farklı büyüklükteki 1200 porselen obje bu nişlerde sergileniyor ve
saklanıyormuş. Zaman içinde (depremlerin de etkisi ile) bu porselenler
kırılmış, şimdi cam vitrinlerin içinde sergilenen porselen objeler o dönemden
kalma değilmiş.
Bu bölümde bir cam vitrinin içinde 14. Yüzyıldan kalma Şeyh Safi al-din Ardabili’nin hırkası ve el yazması Kuran’lar da sergileniyor.
Çıkıştaki küçük dükkanlardan buraya özgü ve şifalı olduğuna inanılan kara helva yedik. Baharatlı bir tatlıydı bu (mesir macununda olduğu gibi).
Meraklısına;
Zerdüşt, “Avesta” kitabını Savalan dağlarında yazmış ve dinini Erdebil’de
tebliğ etmeye başlamış.
Meraklısına;
Shaikh Safi al-din Ardabili (1252-1337) Safevi Hanedanına ismini veren ve Şah
İsmail’in atası olan din alimi. 13.yüzyılın büyük bir sufisi olan Zahid
Gilani’nin damadı ve halefi imiş. Fars, Kürt ve Türk olduğuna ilişkin
rivayetler bulunmakta.
Sadece
alt ve orta sınıfları değil Moğol hükümdarlarını da dini bilgisi ile etkilemiş
ve onlardan hürmet görmüş. Hatta bu etkisi yüzünden, Şeyhin Moğol hükümdarının
elinden bir çok insanı kurtardığı rivayet edilmekteymiş.
Bahçede avluları ayıran bu kapının
iç kısmında devasa bir zincir asılı. Rehberimizden öğrendiğimize göre, İran’da
Cuma namazı her camide kılınmıyormuş. Devlet adamları ile birlikte
sosyalleşmeyi ve adaleti sağlamak için sadece büyük camilerde kılınıyormuş ve
kapısına da bu zincir asılıyormuş geçmişten beri. Bu zincirler, devlet adamlarının
(geçmişte atıyla bile gelse), eğilerek içeri girmesini sağlıyormuş.
Erdebil’i gezdikten sonra,
yağmurlu bir havada dağ yollarından geçerek Anzali’ye giderken bayramın ilk
günü idi (orada zaten bir gün bayram kutlanıyormuş ve bir gün tatilmiş).
Dağlarda minik çadırlar kurmuş aileler piknik yapıyordu.
Dağın tepelerinde bir çay
bahçesinde mola verdiğimizde, sisler arasından görünen manzara büyüleyici ve
hava da insanın ruhunu arındıracak kadar temizdi.
Bu yolda Azerbaycan sınırına ve dikenli tellere paralel geçtik. Yol üzerinde gördüğümüz Astara şehrinde çok geniş yollar ve modern binalar vardı. Burası Azerbeycan ile serbest ticaret bölgesi olduğundan ticaretin çok gelişmiş olduğu bir eyalet merkezi imiş.
Bu yolda Azerbaycan sınırına ve dikenli tellere paralel geçtik. Yol üzerinde gördüğümüz Astara şehrinde çok geniş yollar ve modern binalar vardı. Burası Azerbeycan ile serbest ticaret bölgesi olduğundan ticaretin çok gelişmiş olduğu bir eyalet merkezi imiş.
Anzali
Hazar kıyıları\
Bahri Hazer şiiri- 1928
Ufuklardan ufuklara
Ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu;
Hazer rüzgârların dilini konuşuyor balam,
Konuşup coşuyordu!
Kim demiş "çört vazmi!"
Hazer ölü bir göle benzer!
Uçsuz bucaksız başı boş tuzlu bir sudur Hazer!
Hazerde dost gezer, e.....y!..
Düşman gezer!
…………..
Ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu;
Hazer rüzgârların dilini konuşuyor balam,
Konuşup coşuyordu!
Kim demiş "çört vazmi!"
Hazer ölü bir göle benzer!
Uçsuz bucaksız başı boş tuzlu bir sudur Hazer!
Hazerde dost gezer, e.....y!..
Düşman gezer!
…………..
Nazım Hikmet
Gece Hazar’ın görüntüsü, aynen
Nazım Hikmet’in yukarıda giriş bölümüne yer verilen şiirinde anlattığı gibi
ürkütücü idi, dost mu düşman mı olduğunu kestiremediğiniz dev dalgalar
köpürerek kıyıya vuruyor, Hazar, sonsuz bir karanlık gibi görünüyordu.
Otelimizde safranlı pilav ve dövülmüş
etten yapılmış kebap yedik, dışarıdan gelen Hazar’ın dalga seslerini dinlerken.
Sabah ise gri göl-deniz daha
sakin dalgalar ile erimiş gümüş gibi görünüyordu. Hazar’a karşı çay keyfi yapıp
vedalaştık.
Şehrin ortasındaki şehitlikte,
şehitlerinin isim ve fotoğrafları vardı. Gencecik ölmüş insanlar içimizi
sızlattı, kendi ülkemizin şehitlerini de minnetle andık.
Balık pazarı; yeni tutulmuş
balıkları, sarımsak turşuları, ceviz büyüklüğünde ama çok sulu limonları ve
kesilmeyi bekleyen tavukları ile masallardan
çıkmış gibiydi.
Masooleh
İran’ın pirinç merkezi (ince
uzun basmati pirinci) Rasth’dan geçerek vardığımız, tarihi Masooleh dağ köyünün
girişinde büyük bir araba park yerinde inip (otobüsler çıkmıyor yollar dar
olduğu için ama binek araçlar çıkabiliyor yukarıya) yürüyerek tırmanmaya
başladık dik ve virajlı dağ yoluna.
Bir tarafımızda suları
köpürerek akan bir nehir, karşımızda büyük bir köprü vardı. Köprünün arkasında,
ağaçlar içinde uzaktan bakıldığında
legodan yapılmış gibi üst üste görünen evlerden oluşan bir köy burası.
Köyün içinde ufak kafeler,
restoranlar, minik el yapımı bez bebekler, hediyelik yerel ürünler satılan çok
sayıda dükkanın arasından etrafı seyrederek vardığımız düzlükten görülen
manzara yorucu yürüyüş yoluna değdi.
Bu köye özgü içi fıstık kaplı
çöreklerden yiyip, demlenmiş çay içtik. (bütün gezide bu kadar çay keyfinden
bahsettiğimden çay tiryakisi olduğum epeyce anlaşıldı galiba) Çörekleri o kadar
çok beğenmiştik ki dönüşte birer tane daha alıp, elimizde yiyerek aşağı doğru
indik.
Meraklısına; İran’da Meşhed dışında sadece burada ezan sesi duyduk. Ezan; Allahu Ekber, Muhammeden Resulullah dan sonra Aliyen Veliyullah diye devam ediyordu. Şiiler, ezanın Hz. Ömer döneminde değiştirildiğine inandıklarından, okunan ezanın da Hz. Muhammed dönemindeki gibi olduğuna inanıyorlarmış.
Dağdan indikten sonra yeniden
düştük yollara. Yolda çay toplayan çiftçileri resimledikten sonra, Elbruz
dağlarında ilginç bir yolculuk başladı. İran’lı yetkililer uzun araştırmalar
sonucu, bu bölgenin zeytin yetiştirmek
için uygun olduğuna karar verip, bölgeyi zeytin ağaçları ile ağaçlandırmış.
Dağ yolları, baraj gölü,
zeytin ağaçları arasında doğayı hissederek saatlerce süren yolculuk, bir
benzerini pek göremeyeceğimiz bir gün batımı ile sonlandı.
Yolculuğun sonunda Zencan’da,
safranlı pilav ve çello kebaptan oluşan akşam yemeği ile damaklarımız şenlendi.
Kaldığımız otelde bir düğün vardı.
Israrla düğüne gelmemiz için
davet etti düğün sahipleri. Gelin ve tüm davetliler (kadınlar kısmını gördük)
çok şık idi. Biz sabahtan beri o dağ senin, bu köy benim gezmişiz, üstümüzde
yol kıyafetleri ile çok paçoz kalıp utandık İranlı kadınlardan. Mutluluk
dileklerimizi iletip hızla odalarımıza gittik.
Sabah, Zencan’da Kaçar Devleti
zamanında çamaşırhane (halkın gelip çamaşır yıkadığı ya da yıkattırdığı, fakirlerin
çamaşırlarının da yıkanıp geri verildiği) olarak kullanılan, şimdi ise müze olan
yerin girişinde yerel ürünleri uygun fiyatla alabileceğimiz bir satış mağazası
vardı.
Zencan; eskiden beri paslanmaz
çelik bıçakları, el yapımı sandalet ve çarıkları, gümüş işlemeciliği ile
tanınıyormuş. Bu mağazadan; kilim, seramik, bıçak, gümüş ve deri küçük çarıkları
uygun fiyatlarla almak mümkün. Hakkını verdik haliyle…
Zencan sokaklarında son derece
zarif binaların önünden geçip, otobüs ile Sultaniye’ye doğru yola çıktık.
Sultaniye
Zencan Eyaletine bağlı bir
şehir burası. İlhanlı hükümdarı Olcaytu tarafından 13. Yüzyılda İlhanlı
Devletinin başkenti yapılmış.
İlhanlı Hanı Olcaytu
tarafından yaptırılan büyük turkuaz kubbeli Olcaytu Türbesi 2005 yılında UNESCO
Dünya Mirası listesine girmiş
Meraklısına;
Türbede herşey sekizgen. Bina sekiz köşeli, sekiz minare ve sekiz eyvan varmış.
İç mekanı 24,5 metre genişliğinde ve 51 metre yüksekliğinde bir kubbesi varmış.
Türbe kubbe yüksekliği bakımından, Floransa Katedrali ve İstanbul Ayasofya’dan
sonra dünyanın en yüksek kubbeli üçüncü yapısı imiş. Sekiz köşede minare
biçimli sekiz kule ile kubbe ağırlığı dengelenmiş. Kalan izlerden kubbenin
yapıldığında turkuaz renkli çiniler ile kaplı olduğu anlaşılmaktaymış.
Binanın sekizgen olması
ağırlığı bölüyormuş. Bina üç katlı, ikinci kat içe doğru, üçüncü kat dışa doğru
yapılarak ağırlık dengesi sağlanmış. Duvar kalınlığı 7 metre; ilk katta bu yedi metrelik duvarın
içi dolu, sonraki iki katta ise duvarların içi boş bırakılmış. Toprak, yumurta
beyazı, kireç, hayvan tüyü ve su ile hazırlanan sugeçirmez bir harç
kullanılmış. 1313-15 arasında yapılmış bina. Olcayto burayı yaparken amacı Hz.
Ali’nin naşını getirerek ona türbe yapmakmış. Ama din alimlerince, İslamiyetde
bu naklin caiz olmadığı belirtilince kendi türbesi olmuş. Başlangıçta Hz. Ali
için yapıldığından Kerbela’dan toprak getirtilerek binanın harcında
kullanılmış. Oymalı ahşap bölümler ise Hindistan’dan getirtilen ağaçlardan
yapılmış.
İçe doğru olan ikinci kata,
çok dar ve sarmal bir taş merdivenden çıkılıyor. İki elinizle duvarlara
tutunarak çıkmanız gerekiyor. Bu katta, dar koridorlar ile eyvanlar birbirine
bağlanıyor, bu eyvanlardan aşağı bakınca büyük kubbeli iç meydanı görüyorsunuz.
Kenarlardaki kafesli pencerelerden gelen güneş ışığı çok mistik bir hava
veriyor.
Üçüncü kata (dışa doğru
yapılmış olan) çıkmak için yüksek basamaklı, dar bir taş merdiven kullanılıyor yeniden
ve dizlerinize, bacaklarınıza güvenmiyorsanız çıkmayı denemeyin. Ama
çıktığınızda duvar ve tavanları nakış gibi işlenmiş taşlardan oluşan koridorlardan geçerek yüksekten müthiş bir
manzarayı izlemek ödülünüz oluyor.
Çelebioğlu
Medresesi
İlhanlı Hanı Olcaytu’yu,
Şii’liğe çeviren kişi olduğu belirtilen Sultan Çelebioğlu, 1355 de ölmüş. 14.
yüzyıldan kalma bu Medresenin kubbe yüksekliği 16 metre, çapı 6 metre ve sekiz
köşeli bir bina.
Selçuklu
Ulu Cami
11. yüzyıl Selçuklu döneminde
tuğla olarak yapılmış cami, seramik kısımlar ve ek binalar ile zaman içinde
büyümüş. Büyük avluda dört büyük eyvan birbirine bakıyor (kıbleye bakan eyvan
en görkemli olanı), bu Sasaniler’in kullandığı simetrik bir mimari tarzı imiş. Timur
döneminde mimaride seramikler başlamış. Safavi döneminde, mavi- beyaz-
kahverengi seramik kullanılmış. Kaçar döneminde, gül pembesi ve safran sarı
seramik geliştirilmiş. Bu camide tüm bu aşamaları görmek mümkün.
Bu camiden sonra yeniden otobüs yolculuğu başlıyor, Tahran var sırada.
Tahran
Şah Rıza Pehlevi tarafından
yaptırılan ve 1972 yılında açılan bu meydanın ortasında, İslam öncesi ve
sonrası simgeleri içeren bir anıt bulunuyor. (Anıtın uzaktan genel görünümü
Zerdüştlüğün sembolü olan ateşgedeyi andırıyor) İran devrimi sırasında bu
meydan sembol haline gelmiş ve çok sayıda insan burada toplanarak günlerce
eylem yapmış.
Burası Tahran’da Devlet
binalarının Bakanlıkların olduğu bir caddenin iki yanında yer alan ve her biri
sanat eseri gibi görünen kamu binaları. Binalarda Zerdüştlüğün sembolleri de
var Persapolis’teki kabartmaların benzerleri de. İran geçmişine ilişkin tüm
kültürel öğeleri koruyor ve bunları gururla savunuyor.
İçişleri bakanlığı olan
binanın kapısının üzerinde; devrimin sloganı olan “ne şarki (Rusya) ne garbi
(ABD- İngiltere), bağımsız İslam cumhuriyeti” yazılmış.
Milli Arkeoloji Müzesi
İçerde bir duvarı kaplayan
İran haritası üzerinden İran tarihi ile ilgili detayları öğrendikten sonra,
camekanlarda sergilenen arkeolojik buluntuları görmeye başlıyoruz.
Persapolis’te bulunan
eserlerin bazılarının orijinali, bazılarının yeniden yapım kopyalarının olduğu
bölüm.
Bu da Persapolis den getirilmiş kil tablet. Büyük İskender İran’a geldiğinde çoğu şeyi yakıp yıkmış, ama yangın sonucu kil tabletler pişmiş duruma geldiğinden günümüze kadar bozulmadan ulaşabilmiş. (yani İskender bilmeden hayırlı bir iş yapmış insanlık tarihi açısından)
Gülistan
Sarayı
Kaçar hanedanı dönemine ait
olan sarayın yapımına, Türk Safevi hanedanından olan I. Tahmasp zamanında
başlanmış ve Kaçar Hanedanı şahlarının ikametgahı olarak kullanılmış, Pehlevi
Hanedanı döneminde resmi törenler ve yabancı heyetlerin ikametgahı için
kullanılan bu saray şimdi müze olarak kullanılıyor.
Bahçede havuzlar, ağaçlar
çiçekler dışında en ilginç olan, avlunun dört etrafında rengarenk seramiklerden yapılmış duvarlar
adeta her kısım ayrı bir tablo gibi. 1001 gece masallarının kahramanları da poz
verdi bize.
Tahran Kapalı Çarşı
Tahran kapalı çarşısının
girişindeki meydanda yer alan Ulu Caminin, saat kulesi ve renkli seramik
duvarları.
İran’ın diğer şehirlerinde de olduğu gibi kapalı çarşı canlı, cıvıl cıvıl. Hararetle pazarlık eden ve alışveriş yapan insanların sesi uğultu oluşturuyor içerde. Halıdan mücevhere aklınıza gelen her şey satılıyor burada.
Ama bana çok cazip gelmedi, buraya kadar gelmişken İran’a özgü bir şey almak isteyenler için; çarşının dışında, ana cadde üzerinde daha düzgün dükkanlar mevcut. Daha pahalı ama daha şık dükkanlar bunlar.
Tahran’da otobüs ile şehir
turunu bitirip, havaalanına gittik. Bir buçuk saat süren uçak
yolculuğu ile (otobüs ile gidilmesini düşünemiyorum bile) Tahran’dan Meşhed’e geçtik.
Yolculuğun son durağı Meşhed’di. Civarda çok gezilecek yer
vardı. Sonraki gün Nişabur’a gittik otobüs ile. Yolda, Hayyam’ın hayatını ve
rubailerini dinleyerek etrafı izlerken otobüsümüz bozuldu. Küçük bir köyün
girişinde yeni otobüsün gelmesini
beklerken, köydeki aileler evlerine davet etti, dükkan sahipleri kasalar ile
duran yeni toplanmış domateslerden istediğimiz kadar alabileceğimizi söyledi,
bir başka dükkandan ise semaver ile demlenmiş çaydan içmemizi teklif ettiler.
Para falan istemeden, sadece konukseverliklerini göstermek için yaptılar
bunları. İnsanlığın hala paraya satılmamış olması duygulandırdı ve ümit verdi
bize.
Nişabur
Ömer
Hayyam Türbesi
Burası Ömer Hayyam’ın türbesi.
Büyük bir bahçenin içinde ve çok çok şık, zarif, mavi- beyaz etkileyici bir
anıt türbe burası. Yakışmış Hayyam’a.
Türbe sütunlarının arası açık
olduğundan havadar. Bu sütunların
işlemeli dış yüzeylerinde olduğu gibi, iç yüzeyi ve tavanı da dantel gibi
işlenmiş taşlardan oluşuyor.
Mezarının başında, saygıyla
andık Hayyam’ı ve rehberimiz bol bol rubai okudu. Rubaileri, hem Farsça hem
Türkçe dinledik, hatta Fransızca bile okudu rehberimiz. Hayyam’ın rubaileri tüm
dillerde çarpıcı ve gerçekten içeriği kadar melodisi de olan dörtlükler.
Beni özene bezene yaratan kim?
Sen!
Ne yapacağımı da yazmışın
önceden.
Demek günah işleten de sensin
bana:
Öyleyse nedir o cennet
cehennem?
İki batman şarap,
bir buğday ekmeği;
Bir koyun budu,
bir de ay yüzlü sevgili;
Daha ne istenir
bilmem şu dünyada:
Padişah daha
iyisini bulabilir mi?
Meraklısına;
Gıyasddin Eb’ul Feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyam veya Ömer Hayyam 1048 Nişabur doğumlu ve aynı yerde 1131 de vefat etmiş.
Yaşadığı
dönemin ünlü veziri Nizamül-Mülk ve Hasan Sabbah ile aynı medresede eğitim
görmüş olduğunu iddia eden kaynaklar olduğu gibi, doğum yeri farklılığı
bulunduğu ve yaş farkları olduğundan, aynı medresede beraber eğitim
almadıklarını iddia eden kaynaklar da varmış.
Çadırcı
anlamına gelen hayyam takma adını, babasının çadırcı olmasından dolayı almış.
Matematik ve astronomi ile ilgilenmiş. Rubailerinde dünya, var oluş, Allah, devlet ve insan
toplumsal örgütlenme biçimleri gibi insana ilişkin konularda sınır tanımaz
biçimde ve özgürce akıl yürütmüş ve korkusuzca bunları dile getirmiş. Döneminde
ve sonraları bir çok kişi kendi rubailerini “ben demedim, Hayyam dedi” şeklinde
ona atfederek sorumluluktan kaçınmaya çalışmış. Bilinen rubailerinin sayısı 158
olmasına rağmen kendisine mal edilen rubai sayısı bini geçmekteymiş.
Dünya
bilimi içinde önemli bir yere sahip olan Ömer Hayyam, miladi ve hicri
takvimlerden daha hassas olan “celali takvimi” ni hazırlamış. Pascal üçgeni
olarak bilinen matematik kavramı da aslında Hayyam tarafından oluşturulmuş.
Meraklısına
İran’da halen kullanılan takvim sistemi; İran’da, Büyük Selçuklu Sultanı
Melikşah döneminden 1079’dan itibaren, Celali
takvimi ya da Hicri Şems Takvimi denen, güneş yılı esasına dayanan ve Ömer
Hayyam tarafından geliştirilmiş bir takvim kullanılıyormuş. Yılbaşı 21 mart,
sonraki aylar ise burçlardaki zaman dilimlerine tekabül ediyormuş. İlk altı ay 31 gün, sonraki beş ay 30 gün ve
son ay ise artık durumuna göre 29 veya 30 günden oluşuyormuş.
Hayyam türbesinin dışındaki bu
büyük yapı, onun adına kurulan bir astronomi ve rasathane merkezi. İçini
görmedim ama dışarıdan göründüğü kadarıyla, Hayyam’ın bilime katkılarına vefayı
güzel yansıtıyordu…
İmamzade
Mahruk Türbesi
Ömer Hayyam türbesinin
bahçesinin hemen yanında yer alan İmamzade Mahruk türbesi, tüm dış cephesindeki
ve giriş kapısındaki çini seramikler ile çok uzaktan bile görkemli görünüyor.
Türbeye yaklaşırken ihtişam karşısında şöyle bir toparlanıyorsunuz farkında
olmadan.
İçeriye girince yeşil camlar
ve yeşil ışık içindeki sandukayı gördük, bu yeşil camlarda küçük delikler vardı
ve gelenler içeriye para atıyorlardı. İran’da camiler ve türbeler sadece
inananların katkısı ile idame ettiriliyormuş.
Meraklısına; İmamzade Mahruk, yedinci imam olan Musa Kazım’ın torunu ve Nişabur’da şehit edilmiş. Türbenin mozaik çini kitabesi, oyma sandukası ve giriş kapısı Şah İsmail’in oğlu I. Tahmasb tarafından yaptırılmış. Türbenin içinde sekizinci imam olan İmam Rıza’nın üvey kardeşi İmamzade İbrahim’in de kabri bulunuyor.
Nişabur firuze taşının
çıkarıldığı bir yer, bu taşların çok
çeşidi olmasına rağmen en makbul olanı Nişabur firuzesi imiş. Yol boyunca yan
yana tüm dükkanlarda firuze takılar ve her büyüklükte taş olarak firuzeler satılıyordu.
Büyüklükleri, renkleri, taşlardaki damarlar epeyce farklıydı, fiyatları da beş
dolardan yüz dolara değişiyordu. Bu kadar taşın içinde tam karar veremediğim
için ben almadım.
Feridüddin Attar Türbesi
Zerafetten sarhoş eden bir
türbe daha. Türbenin dışı çok ihtişamlı ama içi çok sade. Taş oyma ile yapılmış
ince uzun bir mezar taşı buluyor kabrin başında. Selçuklu döneminin tipik
mimari örneği imiş bu mezar taşı. Osmanlı arkeolog Osman Hamdi Bey’in mezar
taşı da bunun küçültülmüş örneği imiş.
Meraklısına;
Ferideddin Attar (Ferideddin
Muhammed bin İbrahi-i Nişaburi) 1136- 1221 yıllarında yaşamış ve Mevlana
Celaleddin-i Rumi, Şeyh Galip ve diğer mutasavvıflar tarafından yüceltilmiş bir
din alimi. Hatta Mevlana’nın ilk üstadı olduğunu iddia ediyor kaynaklar.
Eserleri;
Divan, Esrarname, Mantıku’t- Tayr, Musibetname, İlahiname, Şerhu’l Kalb.
Attar,
aktar-eczacı- parfümcü anlamına geliyormuş, babası bu işi yaptığından öyle
anılmış. Bir gün Attar Nişabur çarşısında çalışırken, bir derviş gelip yemek için
yardım istemiş. Attar duymazdan gelmiş. Derviş “Allah rızası için” yeniden
yardım istemiş, Attar yine ilgilenmeyince,
Derviş
Attar’a, “nasıl öleceksin” diye sormuş.
Attar
“herkesin öldüğü gibi öleceğim” diye cevaplamış.
Derviş
“benim öldüğüm gibi ölebilecek misin” diye sormuş. Sonra da hırkasını çıkarıp
yere koyup, besmele çekmiş ve başını taşa dayayıp ölmüş.
Bu
olaydan çok etkilenen Attar, malını mülkünü dağıtmış, din, ilim ve ibadet ile
uğraşıp kendini affettirmeye çalışmış.
1221
de Moğollar tarafından parça parça edilerek öldürüldüğü ve bu esnada her aldığı
darbeye şükür edip af dilediği rivayet olunuyor.
Attar’ın,
4724 beyitten oluşan Mantıku’t Tayr
adlı eseri, tasavvuf edebiyatının başlıca kaynağı sayılıyormuş. Kuşlar ile
ilgili bir hikaye üzerinden, çeşitli semboller aracılığı ile tasavvufun
temelleri, aşamaları anlatılıyormuş bu eserde. Kuşların, padişahı/tanrısı
Simurg’u arama yolculuğunun sonunda, tüm
yolları aşan ve hayatta kalan 30 kuşun, Simurg’un aslında “otuz kuş” anlamına
geldiğini görmeleri anlatılıyormuş
Saray ressamı Kemal’ul Mülk özellikle Gülistan
Sarayında yaptığı yağlı boya resimleri ile ünlü imiş. Fransa’da eğitim görüp
döndükten sonra Tahran’da sanat okulu kurmuş. 1940 da öldüğünde Attar’ın
türbesinin yanında küçük ama şık bir türbe yapılmış onun için.
İran’da safran mücevher gibi,
ışıltılı vitrini olan küçük dükkanlarda satılıyor. Resimde görünen çiçekleri.
Bu çiçekler kurutulduğunda saç teli inceliğinde kırmızı oluyor. Gramla
satılıyor. Bir gramı iki dolar civarında. Dövülüp sıcak suya atıldığında sarı
rengini alıyormuş. Pilavda çok yoğun kullanıyorlar.
Meşhed
Razavi Horasan Eyaletinin
başkenti olan Meşhed, İran’ın ikinci büyük şehri. Metrosu olan, 4,5 milyon
nüfuslu modern bir şehir. Şii’ler için önemli bir ziyaret ve ibadet merkezi.
Tarihi ipek yolu üzerinde yer alan bölge, sekizinci İmam Rıza’nın şehit
edilmesine atfen “şehitler yeri”
anlamında Meşhed adını almış.,
Otelimizin yer aldığı Humeyni
caddesinin biraz ilerisinde İmam Rıza türbesi rengarenk ışıklar içinde
görünüyor. Gece gündüz altın kubbe parlıyor.
Sokaklar çok kalabalık ve
insanlar akın akın türbeye doğru gidiyor. İran’da diğer şehirlerde
gördüğümüzden daha tutucu bir atmosfer hissediliyor. Kadınlar çoğunlukla siyah
çarşaflı.
İmam
Rıza Türbesi
Gece türbeyi görelim diye yola
çıktığımızda sokakta herkes o yöne yürümekteydi. Amacım türbeyi dolaşıp, resim
çekip, dua edip çıkmaktı. Yani ben öyle sanıyordum. Kadınlar ve erkeklerin ayrı
ayrı giriş yaptığı kapılardan birine yöneldik. Güvenlik görevlisi kadınlar
içeri almadı. Sorun çarşafsız olmamızdı. Yan tarafta emaneten çarşaf verilen
yerden çarşaf alıp giydik. Bu seferde üstümüzü ve çantamızı aradılar. Cep
telefonuna izin veriyorlar ama kamera yasak.
İçeriye girdiğimde
düşündüğümden çok büyük bir meydanda buldum kendimi. Meydanda; mermer yerlerde
İran halıları serili, üstü açık, dört etrafı seramik kubbeli kapılardan oluşan
duvarlar, rengarenk ışık ipleri yukarıdan sarkıyor ve inanılmaz bir kalabalık.
Kadın, erkek, çoluk çocuk her yaştan insan var. Bir kısmı namaz kılıyor, bir
grup yere oturmuş sohbet ediyor, bir
köşede pankart açılmış bir miting var, bazı yerlerde kızlı erkekli gençler bir
şeyler tartışıyor, bir sandalyede genç bir sarıklı molla oturmuş bir şeyler
anlatıyor önünde yüzlerce insan dinliyor.
Duvarlardaki her kubbeli kapı
bir koridora açılıyor oradan değişik odalara, salonlara giriliyor. Bir yandan
çarşafımı kontrol etmeye çalışıyorum, bir yandan duvarlarda gördüğüm seramikler
aynalar karşısında hayranım, bir yandan insanların neler yaptığını anlamaya
çalışıyorum, bir yandan resim çekiyorum, bir yandan bilmeden bir hata yapıp
insanları kızdırmaktan korkuyorum. Bu kadar çok şeyi aynı anda yaşayınca,
yanımdaki arkadaşlarımdan ayrı kaldığımı anladım. Meydanın karşısında görünen
büyük kemerli kapıya kadar gidip, meydanın diğer yanından dönerim diye
planlıyordum, ama bu kapıya geldiğimde kapının yeni bir meydana açıldığını
gördüm.
Her yer birbirine benzer gibi görünüyordu ama değilmiş, yön ve mekan duygusu karıştı ve ben hala türbeyi görememiştim. Kadınların yoğun bir biçimde yürüdükleri tarafa yönelip, üstten kristal avizelerin sarktığı, aynakari işlemeler ile duvar ve tavanlarının bezeli olduğu koridorlardan geçip, uzaktan altın kafesler içindeki İmam Rıza’nın ziyaret odasını gördüm. Yaklaştıkça yüksek sesle ağlamalar, ağıtlar, feryadlar içinde kadınların kolları havada Şii ritüellerini gerçekleştirdiklerini gördüm. Buralarda cep telefonu ile resim çekmek yasaktı. Resim olmadığı için ayrıntıları kafamda tutmaya çalıştım ama muhtemelen çoğu şeyi atlamışımdır. Bu insan seli içinde daha fazla ilerlersem çıkamayabilirim diye düşünüp geri döndüm.
Her yer birbirine benzer gibi görünüyordu ama değilmiş, yön ve mekan duygusu karıştı ve ben hala türbeyi görememiştim. Kadınların yoğun bir biçimde yürüdükleri tarafa yönelip, üstten kristal avizelerin sarktığı, aynakari işlemeler ile duvar ve tavanlarının bezeli olduğu koridorlardan geçip, uzaktan altın kafesler içindeki İmam Rıza’nın ziyaret odasını gördüm. Yaklaştıkça yüksek sesle ağlamalar, ağıtlar, feryadlar içinde kadınların kolları havada Şii ritüellerini gerçekleştirdiklerini gördüm. Buralarda cep telefonu ile resim çekmek yasaktı. Resim olmadığı için ayrıntıları kafamda tutmaya çalıştım ama muhtemelen çoğu şeyi atlamışımdır. Bu insan seli içinde daha fazla ilerlersem çıkamayabilirim diye düşünüp geri döndüm.
Yine bir meydandaydım, çıkış
kapısına yönelirken gençlerden oluşan kalabalık bir grup sloganlar atarak içeri
giriyordu. Farsça bağırdıkları için ne dediklerini, neyi protesto ettiklerini
anlamadım. Dışarı caddeye çıktığımda, akın akın insanlar hala türbeye
geliyordu.
Çok değişik bir deneyimdi
içeride gördüklerim, hem binaların ihtişamı, hem de dini ritüeller şimdiye
kadar gördüğüm tüm ibadethane tanımlarından farklıydı. Bu gezinin en sıra dışı
mekanı idi, hem mimarisi, hem de atmosferi itibarı ile.
Meraklısına
İmam Rıza; Medine’de 766 da dünyaya
gelmiş. Tus’da 818 da ölmüş. Hz. Muhammed’in yedinci göbekten torunu. Şiilikte,
Caferilikte ve Alevilikte, on iki imamın “sekizincisi” olarak kabul ediliyor. (Babası
yedinci İmam Musa-el Kazım)
İmam
Rıza’nın ölümüne/ şehadetine ilişkin farklı görüş ve yorumlara yer vermeksizin,
rehberimizin anlattıklarını aktaracağım size; Hz. Ali ve oğulları
öldürüldüğünden halifelik (siyasi liderlik) ile imamlığın (dini liderlik) zaman
içinde ayrışmış. 8.yüzyılda Abbasi Halifesi Harun Reşit, siyasi başkent de Bağdat
imiş. Harun Reşit’in İran’lı eşinden olan Me’mun babası ölünce halife olmuş,
anne tarafından akrabaları olan İran’lılar ile anlaşmış ve başkenti Bağdat’tan
Merv’e yani İran’a taşımış.
Halife
Me’mun, Medine’de yaşayan İmam Rıza’ya mektup yazarak; halifeliği Peygamber
soyundan gelen İmam Rıza’ya bırakmak istediğini, onu veliaht yapacağını ve ölümünden sonra
kendisinin halife olmasını istediğini belirterek, İran’a davet etmiş. İmam Rıza bunun komplo
olduğunu sezmiş, ancak etrafındaki halk bu daveti kabul etmesi için ısrar
etmiş. İmam Rıza, Medine- Bağdat- Basra körfezi üzerinden Nişabur’a gelip
Merv’e yerleşmiş. Medine’deki Şiiler ve Peygamber soyunan gelen diğer
akrabaları da onu yalnız bırakmamak ve korumak için arkasından gelmeye
başlamış. Ancak bu akrabalar daha Şiraz’a varmadan Me’mun, İmam Rıza’yı
zehirleyerek öldürmüş ve İran’a gelen tüm Şiilerin de öldürülmesi talimatını vermiş. Şiiler geri dönmeyip halkın arasına karışarak, bu gerçekleri tüm halka anlatmaya
başlamış. Evlenip köylere yerleşmişler ve İran’daki seyitler bunlarmış.
Me’mun, İmam Rıza’nın öldürülmediğini
hastalıktan öldüğünü kanıtlamak için, İmam Rıza’yı babasının kabri yanına
gömmüş ve burası türbe olmuş. Zaman içinde, her gelen kral ve vali bu türbeyi
imar etmiş, büyütüp genişletmiş.
Bu
günkü ihtişamlı yapısının ve dini turizmin merkezi olmasının yanı sıra, bu
türbe bağışlar ve iktisadi faaliyetler (fabrikaları varmış) sonucu
zenginleşmiş. Bu kaynaklar hem türbenin giderlerini karşılıyor, hem de 24 saat
açık mutfak hizmeti ile tüm fakir fukaranın karnı doyuruluyormuş.
Vahabiler,
İmam Rıza türbesinin böyle gelişmesinin Kabe’ye Hac ibadetine alternatif
yaratma çabası olduğunu iddia ediyormuş, ama Şiiler bunun gerçeği
yansıtmadığını ve Kabemiz Mekke’de diyorlarmış. Son yıllarda İranlıların Hacca
gitmemesini de, Suudi Arabistan’ın inşaat faaliyetleri ile hacıların can
güvenliğini tehlikeye atmasından kaynaklandığını ifade ediyorlar.
Sonraki gün yolculuk otobüs
ile Tus şehrine.
Fidevsi
Türbesi
Firdevsi İran edebiyatının
önde gelen şairlerinden biri. 940-1020 yılları arasında yaşamış ve Tus’da vefat
etmiş. Anıtsal bir türbesi var büyük bir bahçenin hatta parkın içinde, önündeki
uzun dikdörtgen havuza anıtın gölgesi düşüyor, anlatılmaz bir güzellik içinde
huzur ve saygı ile dolaşıyorsunuz. Kenarda başka bir havuzun ortasında beyaz
bir heykeli var, tüm zarafeti ile selamlıyor konuklarını ve bu küçük havuzda
nilüferler yüzüyor, güneş ışığı havuzdan yansıyor.
Türbenin içinde geniş bir avlunun ortasında mermer sade bir kabir bulunuyor. Türbenin alt katı ise sanat galerisi gibi. Loş bir ortam, duvarlarda Firdevsi’nin ünlü eseri Şahnamede yer alan bazı olayların mermerden yapılmış canlandırmaları var. Bu mermer eserler camekan arkasında olduğundan ışık yansıması nedeniyle net resim çekemedim. Bu eserler hem olayları, hem de tarihi şahsiyetleri ve doğa üstü güçleri olan yaratıkları tasvir ediyor. Hikayelerini dinlerken bunları izlemek ilginç ve birazda ürkütücü, sanki canavarlar çıkıp üstüme saldıracak gibi geldi, bu tabi ki heykeltıraşların sanatsal başarısı.
Meraklısına;
Firdevsi, Samaniler ve Gazneliler
döneminde yaşamış İran edebiyatının en
önemli Fars şairlerinden biri. Başlıca yapıtı 60.000 beyitten oluşan Şahname’de
ilk insandan III Yezdigird dönemine kadar olan İran tarihini anlatmış. Tek şair
tarafından yazılmış en uzun epik şiirmiş. 1010 yılında bu eseri Gazne’li
Mahmut’a sunmuş, kendisine bağlanan aylığı az bulup, Gazne’li Mahmut’u
hicvedince, Gazne’den göçmek zorunda kalmış ve Tus’da ölmüş. Gazne’li Mahmut eserin önemini sonradan
anlayıp, Firdevsi’ye hediyeler yollayıp gönlünü almak istemiş, ama hediyeleri
götüren heyet yolda cenazesi ile karşılaşmış.
İran’ın milli destanı sayılan bu
eserin özgün bir Farsça ile yazıldığı ve dilin korunmasında önemli işlevi
olduğu belirtilmekte.
Türbenin alt katındaki kabartma
heykellerden biri, Şahname’de anlatılan (hatta
eserin en etkileyici bölümü olduğu söyleniyor) Rüstem’in oğlunun ölüm sahnesi.
Kısaca bu hikayeyi anlatacağım, neden mi? Çünkü Rüstem doğunun yenilmez
kahramanı ve babasının adı da Neriman (bu isim İran ve doğuda erkek ismi olarak
kullanılıyor).
Rüstem
ve Suhrab’ın hikayesi; Rüstem sadık atı Rakş ile ava çıkmış, farkına varmadan
İran sınırını geçip Turan ülkesine girmiş. Atı çalınmış ve atını aramak için
Şamangan şehrine gelen Rüstem, buralarda da ünlü olduğu için onuruna bir şölen
verilmiş. Şölenden sonra Şamangan şahının kızı Tahmine ile birlikte olan Rüstem,
ertesi gün atını bulmuş ve Tahmine’ye hatıra bir bilezik bırakarak oradan
ayrılmış.
Dokuz
ay sonra doğan oğluna Sührab adını koymuş Tahmine. Çok güçlü bir delikanlı olan
Sührab babasının kim olduğunu annesine sorduğunda, Tahmine babasının Rüstem
olduğunu söylemiş ve ona bıraktığı bileziği vermiş.
Sührab
babasını bulmak ve güçlerini birleştirmek suretiyle; babasını İran Şahı,
kendisini de Turan’ın Şahı yapmayı hedeflemiş. Böylece baba oğul cihanın hakimi
olacaklarmış.
Turan’ın
Şahı olan Afrasyab (Alp Er Tunga), Sührab’ın bir ordu ile İran’a gittiğini
öğrenince, baba oğulun birbirini tanımasını engelleyerek, onları önceden
ayarlanmış bir çarpışmada karşı karşıya getirmeyi ve ikisinden de kurtulmayı
planlamış.
Savaş
alanında kahramanlar karşılaşmış, zırhlara büründükleri için birbirlerinin yüzünü görmemişler.
Şimdiye kadar hiç yenilmemiş olan Rüstem, genç savaşçının gücü karşısında şaşırmış.
Akşama doğru omzundan aldığı gürz darbesi ile Rüstem yere düşmüş. Sührab
hançerini çekip ölümcül darbeyi indirmek üzere iken, Rüstem: “gerçek kahraman
rakibine bir şans daha verendir” demiş. Sührab rakibini bağışlamış.
Rüstem
ertesi gün, insanüstü gücünü kuşanış ve
savaş alanına öyle çıkmış. İnsanüstü gücü sayesinde, hemen dövüşün başında
Sührab’ı yere sermiş ve hançerini rakibinin göğsüne saplamış. Sührab ölürken
“babam Rüstem mutlaka bunun intikamın alır” diyerek, bileziğini göstermiş.
Rüstem
oğlunu öldürdüğünü anlayıp, bir aslan gibi kükreyerek ağlamış ve kendinden geçmiş.
Canlanacağı ümidi ile oğlunun cesedi kucağında kırk gün çöllerde ağlayarak gezmiş.
Haruniye
Medresesi
Tus kentinde Firdevsi’nin
türbesinin yakınındaki Selçuklular döneminden kalma bu medrese, dönemin
alimlerine ev sahipliği yapmış.
Nadir
Şah Türbesi
İran’da gördüğüm en sade türbe
burası. Türk çadırı şeklinde inşa edilmiş binanın içinde bulunan mezar, duvara
yakın kenarda bulunuyor. Rehberimiz Nadir Şah’ın kimseye güvenmediğini ve hep
sırtını sağlama almaya çalıştığını anlattı.
Bahçede bulunan devasa heykel
onarımdaydı. İçerinde yapılmış mermer büst o kadar gerçekçiydi ki, bir kaşı
havada delici bakışları ve yüz hatları yansıtılmıştı.
Meraklısına;
1688-1747 yıllarında yaşayan Nadir Şah;
teşkilatçılığı, savaşçılığı ve korkusuzluğu ile tanınıyormuş. 1736- 1747
arasında İran Şahı olan Nadir Şah döneminde, Meşhed altın çağını yaşamış, şehri
imparatorluğun merkezi yapmış.
Farsçayı
çok iyi bilmesine rağmen Türkçeyi (Çağatayca) kullanmayı tercih etmiş.
Hindistan
üzerine üç sefer düzenlemiş, her seferde çok değerli taşlar ülkeye getirilmiş.
Askeri
başarılarından dolayı bazı tarihçiler İran’ın Napolyon’u ya da II. İskender
olarak adlandırmışlar.
Sonrasında,
Meşhed’in uluslar arası hava alanında vedalaştık İran ile.
Bir
haftada neredeyse Türkiye büyüklüğünde bir alanda yaptığımız gezinin
yoruculuğu, sadece gezinin yapıldığı coğrafyanın büyüklüğü değildi. Şaşırtıcı
bir geçmiş yolculuğu, değişik dini ritüeller, şairler, şahlar, inanılmaz mimari
eserler, saraylar, türbeler ve bunların
kafamda yarattığı yorgunluk daha yoğundu.
Hollywood
filmleri ve rejim değişikliği sonrası İran’dan ayrılanların yazdıkları
üzerinden kafalarımızda oluşmuş İran algısı ne kadar doğru (ya da gerçeği ne
kadar yansıtıyor) diye merak ediyorsanız, gidip görmek gerek İran’ı. Hatta
hemen gitmek lazım, küreselleşme ve modernite adı altında tüm dünyanın tek
tipleştiği günümüzde, hala farklı kalabilmeyi başaran ve bunu gururla savunan
bir medeniyetin onurlu duruşunu görmek için.
Diyorlar ki; doğunun onurudur İran... Muaviye karşısında Hz. Ali, Yezit
karşısında Hz. Hasan ve Hüseyin, Abbasi halifesi Harun Reşid karşısında İmam
Rıza, petrol tröstlerinin karşısında Musaddık, Şah'ın karşısında Behrengi,
Molla'nın karşısında Şirin Ebadi, Amerika’nın karşısında ise 7000 yıllık bir
kültürdür...
Bu gezide son söz,
Ömer Hayyam’ın rubaisi olsun. E daha ne olsun!
Hep bir çember,
dolanıp durduğumuz!
Ne önümüz belli,
ne sonumuz.
Kim varsa bilen,
çıksın söylesin:
Nerden geldik?
Nereye gidiyoruz?
KAYNAKÇA
WİKİPEDİA
İRAN
REHBERİ
PROF
DR. YÜCEL TANYERİNİN RESİMLERİ
ALPER
HASANOĞLU Radikal 09-02-2016
8 yorum:
Harikulade bir ülke ve anlatım. Yüreğinize, kaleminize sağlık. Gelecek gezilerinizi iple çekiyoruz.
Hilal Tezcan
çok güzel ,ayrıtılı ama çok akıcı....İnsan oralara gitmiş gibi oluyor...Teşekkürler...........
Sayın Neriman Yaşar'ın KÜLTÜR GEZGINLERİ ile yaptığı bu Kuzey Iran gezisi ile yazısı çok detaylı ve iyi işlenmiş. Kendisini başarısından dolayı kutluyorum. Prof.Dr.Dr.Aykut Mısırlıgil
Bu gezi bundan sonraki yıllarda, o bölgeye gidebilecek Türk gezginlerine, uygulayabilecekleri rota hakkında da detaylı bilgiler sunmaktadır. Takdir etmemek imkansız. Azeri Türk'lerinin yoğun olarak yaşadığı ve "saf" Türk eserlerini kapsayan, son derece güzel anlatımlı bir çalışma ve gezi rehberi. Tekrar tebrikler.
Sevgili Neriman, en çok merak ettiğim ülkelerden biri ola İran'ın kuzey bölgesine ilişkin yazın çok ayrıntılı ve bir rehber niteliğinde. En kısa zamanda senin yazın rehberliğinde İran' ı ziyaret edeceğim.. Eline sağlık. Hülya Zeybek
Sevgili Neriman, en çok merak ettiğim ülkelerden biri ola İran'ın kuzey bölgesine ilişkin yazın çok ayrıntılı ve bir rehber niteliğinde. En kısa zamanda senin yazın rehberliğinde İran' ı ziyaret edeceğim.. Eline sağlık. Hülya Zeybek
Teşekkürler çok güzel anlayıllş bu geziye nasıl katılırız bilgilendirirsen senimirim
Hasan gürel
Yorum Gönder