M.Ö. 7000 yıllarından beri yerleşim olan ve farklı tarihi
dönemlerin katman katman izlerini görebileceğiniz, ender ülkelerden biri
Lübnan. Farklı din ve kültürel yaşamların yan yana yer aldığı, çölü olmayan
(yani deve falan görmeyi beklemeyin) küçük bir Doğu Akdeniz ve Ortadoğu ülkesi. Yazar Amin Maalouf’un, Halil Cibran’ın, şarkıcı Feyruz’un
ülkesi.
Lübnan’a gitmeden önce Feyruz’u dinlemek, Amin Maalouf’un
Doğudan Uzakta kitabını okumak ve Bati Beyrut filmini izlemek sizi bu
gizemli yolculuğa hazırlayacaktır.
MERAKLISI İÇİN
Amin Maalouf Doğu'dan Uzakta kitabı
Bati Beyrut Filmi, Yönetmen Ziad Doueiri izle
Ülkede tüm alışverişlerinizde dolar kullanabiliyorsunuz. Ancak para üstünü yerel para olarak veriyorlar. Sonra hatlar karışıyor, mesela 3 dolarlık bir magnet alıp 5 dolar verirseniz para üstünü Lübnan parası ile veriyorlar, az sonra aynı yerden 2 dolarlık alış veriş yapıp elinizdeki yerel parayı verdiğinizde yetersiz olduğunu söyleyip üstüne para istiyorlar. Aynı miktarı iki kez çapraz kurla çevirdiklerinden zararlı çıkıyorsunuz.
MERAKLISI İÇİN
Amin Maalouf Doğu'dan Uzakta kitabı
Bati Beyrut Filmi, Yönetmen Ziad Doueiri izle
Ülkede tüm alışverişlerinizde dolar kullanabiliyorsunuz. Ancak para üstünü yerel para olarak veriyorlar. Sonra hatlar karışıyor, mesela 3 dolarlık bir magnet alıp 5 dolar verirseniz para üstünü Lübnan parası ile veriyorlar, az sonra aynı yerden 2 dolarlık alış veriş yapıp elinizdeki yerel parayı verdiğinizde yetersiz olduğunu söyleyip üstüne para istiyorlar. Aynı miktarı iki kez çapraz kurla çevirdiklerinden zararlı çıkıyorsunuz.
Ülkede gezdiğim yerleri anlatmadan önce, kısaca Lübnan’ın
tarihine ve siyasi gelişmelerine yer verilen aşağıdaki bölüm meraklısınadır.
İlginizi çekmiyorsa atlayın. Lübnan gezi rehberini hızla okumak isterseniz tüm yazıda meraklısına başlıklı bölümleri atlayabilirsiniz. Eğer bu farklı ülkeyi tarihi, politik, ekonomik yapısı ile daha yakından tanımak isterseniz meraklısına bölümünü özellikle okumanızı öneririm.
MERAKLISINA; Lübnan güneyinde İsrail, doğusunda ve kuzeyinde Suriye’nin yer aldığı
bir Akdeniz ülkesi.
Başkenti Beyrut, konuşulan diller; Arapça, Fransızca, Ermenice. 26 Kasım
1941 de kurulmuş. Ama 22 Kasım 1943 de tanınmış. Nüfusu yaklaşık 5 milyon,
nüfusun % 93’ ü Arap, % 6’sı Ermeni, küçük bir kısım kendini Fenikeli olarak
tanımlıyor.
Halkın yaklaşık % 59.7’sinin Müslüman, % 39’unun Hristiyan, % 1.3’ünün
Dürzi olduğu tahmin edilmekte. Sünni Müslümanlar batıda kıyı kesiminde, Şii
Müslümanlar güneyde ve Bekaa vadisinde, Katolik Maruniler Lübnan dağlarında,
Dürziler Lübnan dağlarının orta kesiminde, Ortodoks Rumlar kıyı şehirlerinde,
Katolik Ermeniler güneyde kırsal kesimde yaşamakta. Beyrut ise tüm unsurların
yer aldığı kozmopolit bir şehir.
Arkeolojik kazılarda, Byblos
şehrinde 7000 yıl önce balıkçı topluluklarının yaşadığına rastlanılmış. Ülkenin
kayıtlı tarihi ise M.Ö. 3000-2500 yılları arasında Fenikeli’ler ile
başlatılıyor. Fenikeli’ler ticaret erbabı bir kavim. Ticareti kolaylaştırması
için alfabe üretip yazıyı kullanmışlar. Sağdan sola yazılan ve harfleri sonraki
alfabelere temel teşkil eden bir yazı.
Sonra Mısır, Asur, Babil, Pers, Makedonya,
Roma İmparatorluğu, Maronit Arapları, Emevi'ler, Abbasi'ler, Selçuklu’lar,
Eyyubi, Haçlılar, Memluk’lar ve Osmanlı İmparatorluğu hüküm sürmüş.
1.Dünya Savaşı sırasında, Fransızlar’ın
Lübnan dağlarındaki Katolik Marunit’lerin koruyuculuğu gerekçesi ile bölge Fransa’nın kontrolüne girmiş.
Fransız kontrolünün diğer
bir gerekçesi de Osmanlı’nın son yıllarında Fransız
şirketlerinin demiryollarına, limanlara ve ticarete büyük yatırımlar yapmış olmalarıdır.
Ayrıca Ortadoğu’daki İngiliz etkisine
karşı denge kurmayı gerektiren bir strateji
ihtiyacının da önemli olduğunu iddia ediyor kaynaklar.
Yani proje olarak Lübnan Devletinin kurulması böyle
başlıyor.
Fransa, 1920 de Lübnan’ın yaratılması için
eski Lübnan Dağı Mutasarrıflığına; Trablus, Sayda, Sidon, ve Beyrut kıyı
şeridini ve verimli Bekaa Vadisini Suriye’den alıp Lübnan sınırları içine dahil
ediyor. Yeminle bu yerlerin hepsini gördüm.
1932 yılında yapılan nüfus sayımına göre; yönetimde,
dini grupların temsili esasına dayalı olarak Fransa kontrolünde hazırlanan
Milli Pakt belirleniyor. Parlamentoda her altı Hristiyan milletvekiline
karşılık beş Müslüman milletvekili oluyor.
1941’de kurulan Devlet 1943’de tanınıyor. Yıllar
içinde İsrail’den gelen Filistinli’ler ve başka nedenler ile dini grupların
sayısal ağırlığı değişse de idari yapıdaki temsilin değişmemesi ülkeyi iç
savaşa götürüyor.
1975-1990 arasında süren iç savaş siyasi
ve ekonomik iç sebeplerden olduğu kadar, bölgedeki dış dinamiklerden de kaynaklanıyor.
(FKÖ’nün bu ülkede faaliyet göstermesi gibi.)
İç savaş bitmiş olsa da,
Ortadoğu’daki siyasi gerilimin yansıması
bu ülkede de var. Askeri kontroller, etrafına kum
torbalarının yığıldığı kulübeler yol üzerinde ve gezdiğimiz bir çok yerde
vardı. Gitmeden önce; askeri kontrol noktaları başta olmak üzere, gözetleme
kulesi, garnizon, askeri yasak bölge gibi yerler ile uçak, tank, top gibi harp
silah araç ve gereçlerinin fotoğrafını asla çekmememiz konusunda uyarılmıştık. Kapalı
bir grup ile Mayıs ayında yaptığımız Lübnan gezisi sırasında kurallara uyduk ve
hiçbir sorun yaşamadık.
Beyrut’ta kaldığımız dört yıldızlı Bella
Riva oteli çok merkezi bir konumdaydı. Yürüyerek iki üç dakikada deniz kenarına
gidebiliyorduk. Otelin bütünü ve odalar, çok temiz düzenliydi. Odanın
balkonunda deniz manzarası vardı. Otelin Beyrut’ta olması güneye, kuzeye ve
doğuya yapılacak geziler için avantaj sağladı.
Beyrut; Lübnan’ın başkenti ve 1950-70
yılları arasında Ortadoğu’nun gözbebeği (oryantalist bir tanımla doğunun
Paris’i) imiş. Serbest ekonomi ve döviz sistemi, konvertibl parası, banka hesaplarının
gizliliğini sağlayan kanunları, çekici banka faizleri Beyrut’u Arap zenginlerinin finans merkezi haline getirmiş. Ayrıca
deniz ve havayoluyla dünyaya açılması; yabancı firma ve bankalar açısından
Ortadoğu’ya girmek için ideal bir üs olmuş. Serbest liman bölgesi ile de
Ortadoğu’nun en büyük antreposu ve serbest ticaret bölgesi olmuş.
James Bond filmlerinin de çekildiği bu
dönemlerde Beyrut sokakları tuvaletli şık kadınlar, smokinli erkekler,
benzerleri Paris’te görülen müzik dans show ve nigth club lerin, kumarhanelerin
yer aldığı bir eğlence merkezi imiş.
Ancak 1970’lerden sonra başlayan iç karışıklıklar ve Arap-İsrail savaşından sonra Filistin Kurtuluş Örgütünün (FKÖ) karargahını buraya taşıması, devlet otoritesinin ve düzeninin zayıflaması, para sahipleri için Beyrut’un cazibesini kaybettirmiş. Toplumsal ve siyasi karışıklıkların artması, 1975’de iç savaşın başlaması Beyrut’un ağır maddi hasarına ve can kaybına yol açmış. Savaş 1990 larda bittiğinde 150.000 Lübnan’lı can vermiş ve Beyrut harabeye dönüşmüş. Günümüzde şehir onarılmış ama bazı binalarda hala o dönemin izleri var.
Bu ön bilgiler çerçevesinde ilk gün
Beyrut’u gezdik. Önce sembol haline gelmiş güvercin
kayalarını gördük. Dalgaların kayaları oyması ile oluşmuş bu kayalar ve etrafındaki kafeler
güzeldi. Bu iki kayanın gökyüzünden öylece düştüğüne dair yaygın bir inanç varmış.
Ama bu kayaların bazen intihar etmek isteyenler tarafından kullanıldığı bilgisi
ürpertici geldi.
Beyrut Ulusal Müzesi geçmişte iç savaşta şehri ikiye ayıran yeşil hat üzerinde bulunan son derece modern ve şık düzenlenmiş Müze; arkeolojik bulgular, heykeller ve lahitlerden oluşan etkileyici bir koleksiyona sahip. İçeride kısa bir film gösterisi ile müzenin kuruluş aşamalarını ve iç savaşta nasıl tahrip edildiğini görme imkanı var.
Beyrut Ulusal Müzesi geçmişte iç savaşta şehri ikiye ayıran yeşil hat üzerinde bulunan son derece modern ve şık düzenlenmiş Müze; arkeolojik bulgular, heykeller ve lahitlerden oluşan etkileyici bir koleksiyona sahip. İçeride kısa bir film gösterisi ile müzenin kuruluş aşamalarını ve iç savaşta nasıl tahrip edildiğini görme imkanı var.
Çatışmalar
sırasında Doğu ve Batı Beyrut arasında hareket etmek zorunda olan insanlar
müzenin içinden geçmişler. Savaşın tarafları müzenin katlarına yerleşmiş,
camları kırmış, pencerelerden ateş açmışlar ve ısınmak için ahşap eserleri
yakmışlar. İç savaş sırasında müze zarar görmekle kalmamış, sistemli bir
yıkımla karşı karşıya kalmış. (Anlatırken bile insanın içi sızlıyor) Ayrıca;
infazlara da sahne olmuş ve adı korkuyla anılmaya başlamış. 15 yıl süren savaş
süresince çalınan, yakılan ya da zarar gören eserleri geri getirmek hiçbir
zaman mümkün olmamış. 10 yıldan uzun süren restorasyonun ardından 1999'da
yeniden açılan müzede savaşın izlerini görmek mümkün. Lübnan tarihinde çok
önemli bir yeri olan müzenin, yeterli derecede rağbet görmemesinin başlıca
sebebi iç savaşın izlerinin ve getirdiği acıların halen hafızalarda taze
olması.
Savaş döneminde sergilenen bazı eserlerin zarar
görmemesi için üstlerine beton dökülerek korunması sağlanmış. Pazartesi dışında her gün 9.00- 17.00
saatleri arasında gezilebiliyor.
Osman Hamdi Bey (1842- 1910 Osmanlı arkeolog, müzeci
ressam), burada sergilenen bazı eserlerin çıkarıldığı arkeolojik kazıları
arkeolog ve yönetici olarak sürdürmüş. Kazılarda çıkan ve günümüzde İstanbul’da
sergilenen İskender Lahdinin dünyada en iyi korunmuş ve dönem özelliklerini taşıyan
bir eser olduğu belirtiliyor. O zaman buraların hepsi Osmanlı toprağı olduğu
için sergilemek ve korumak üzere İstanbul’a getirilmesi çok doğal.
Resimlerde bir ailenin kendileri için hazırlattığı çok bir şık bir lahit ve Kral Ahram'a ait M.Ö 1200 yılına ait lahit görülmektedir.
Resimlerde bir ailenin kendileri için hazırlattığı çok bir şık bir lahit ve Kral Ahram'a ait M.Ö 1200 yılına ait lahit görülmektedir.
Bu fotoğrafta ise hijyen tanrıçası masum yüzlü Marble görünüyor. Saçlarının toplanmış olmasının hijyen için önemli bir unsur olduğu söyleniyor.
Müzenin çıkışında küçük bir satış mağazası var. Uygun fiyatla Lübnan’ı yansıtan sembolleri içeren magnet, biblo, takı alabileceğiniz şık bir mekan.
Müzeden sonra yolculuk köpek nehrine (Nehr’ül Kelb). Nehir ismini, uzaktan tepeden bakıldığında köpek şeklinde olmasından ve nehrin akış sesinin köpek sesine benzemesinden alıyormuş.
Jeita Grotto Yer Altı Mağarası
Jeita Grotto, Beyrut’tun 18 kilometre kuzeyinde, Jounieh yolu üzerinden ayrılan bir vadide yer alıyor.
Adı; Aramice “Kükreyen Su” anlamına gelen Jeita kelimesinden gelmekteymiş. Mağara iki bölümden oluşuyor. Alt mağara 1836 yılında Amerikalı misyoner William Thomson,
üst mağara ise 1951 yılında Lübnan’ın ilk mağara araştırmacısı olan Lionel Ghorra tarafından keşfedilmiş. Savaş sırasında zarar gören mağara, 1995 yılında tekrar ziyarete açılmış.
Mağaralarda fotoğraf makinesi ve video kayıt
cihazı kullanılması yasak olduğundan bu cihazları geldiğiniz araçta veya her iki
mağaranın girişinde yer alan dolaplarda bırakmanız gerekiyor. Ya da çantanızda
tutup sorulduğunda “kamera yok” deyin.
Ama içeride, her köşede görevliler var, asla resim çekmeyin. Aslında resim
çekseniz bile gördüklerinizi kamera aracılığı yansıtmak mümkün değil.
2200 metresi keşfedilen üst mağaranın halen 750 metresi gezilebilmekte. Işık düzenlemesi muhteşem olan üst mağaranın kireçtaşı sarkıt ve dikitleri, kayaların birbirinden farklı şekilleri inanılmaz güzellikte. Mağara içinde ıslak ve hafif kaygan olan, sürekli yükselen tahta köprülerin üzerinde yürürken, gördüğünüz manzara adeta büyüleyici. Mağarada 8 metre 20 santim uzunluğunda dünyanın en uzun sarkıtı da görülebiliyor. Üst mağaradan çıktığınızda görkemli dağ manzarası eşliğinde tren beklerken (yürüyerek de inebilirsiniz ama daha çok gezecek yer var enerjiyi bitirmemek lazım) dağ havasını bol bol içinize çekiyorsunuz. Alt mağaraya üst mağaradan yürüyerek veya trenle inebiliyor.
Bilet satış yerinin bulunduğu yerde bulunan bu mağaranın girişinin yakınında Dr.Nabil Haddad’ın dev bir kireçtaşı heykeli yer almakta.
2200 metresi keşfedilen üst mağaranın halen 750 metresi gezilebilmekte. Işık düzenlemesi muhteşem olan üst mağaranın kireçtaşı sarkıt ve dikitleri, kayaların birbirinden farklı şekilleri inanılmaz güzellikte. Mağara içinde ıslak ve hafif kaygan olan, sürekli yükselen tahta köprülerin üzerinde yürürken, gördüğünüz manzara adeta büyüleyici. Mağarada 8 metre 20 santim uzunluğunda dünyanın en uzun sarkıtı da görülebiliyor. Üst mağaradan çıktığınızda görkemli dağ manzarası eşliğinde tren beklerken (yürüyerek de inebilirsiniz ama daha çok gezecek yer var enerjiyi bitirmemek lazım) dağ havasını bol bol içinize çekiyorsunuz. Alt mağaraya üst mağaradan yürüyerek veya trenle inebiliyor.
Bilet satış yerinin bulunduğu yerde bulunan bu mağaranın girişinin yakınında Dr.Nabil Haddad’ın dev bir kireçtaşı heykeli yer almakta.
Alt mağarada da
fotoğraf
ve video çekilmesine izin verilmemekte. 6.200 metre uzunluğundaki alt mağaranın
içindeki nehrin 500 metresi küçük bir botla gezilmekte. Ancak nehrin sularının
yükseldiği kış döneminde bu gezintiye izin verilmiyormuş. Bir süre kuyrukta
bekledikten sonra, binilen küçük bottaki kısa gezinti sırasında; kayaların ve
ışıkların altında görülen nehrin mavi berrak suları muhteşem. Işıklandırılmış
bir mağaradasınız, altınızda nehir akıyor, botla ilerliyorsunuz, yukarıda
tümüyle asimetrik sarkıtlardan oluşmuş bir tavan var.
Kendinizi başka
bir evrene gitmiş gibi hissediyorsunuz. Başınızı kaldırdığınızda farklı
şekillerde sarkıtların oluşturduğu gök kubbe ve etrafınızdaki dikitlerde
görülen şekiller ve yansıtılmış ışık gerçeklik duygunuzu yitirmenize ve
kaybolmanıza yol açıyor. Yani sadece bu iki mağarayı görmek için bile Lübnan’a
gitmeye değer diyeyim, siz anlayın….
Mağaralar çok nemli olduğundan yanınızda
ince bir yağmurluk bulundurmakta fayda var. Mağaradan çıkan Köpek Nehri’nin kaynağı ve kaynaktan
itibaren kaya duvarlarda, Mısır, Firavun, Frig ve Asur kralları ile
Roma, Arap, Fransız ve İngiliz dönemlerinden kalan yazıtlar da görülebiliyor.
Sonraki durak Harissa tepesi
Harissa;
Jounieh Koyu’nun üzerinde, denizden 660 metre yükseklikte, Lübnan Dağı’nda yer almakta.
Harissa, 15 ton ağırlığında, beyaz renkli bronz, kollarını iki tarafa açmış dev
Meryem Ana Heykeli (Our Lady of Lebanon/Notre Dame du Liban ) ile tanınıyor.
Heykel XIX. Yüzyılın sonunda yapılmış. Lübnan’ın koruyucusu olduğuna inanılan heykelin alt
tarafındaki merdivenli yüksek kaidenin zemininde küçük bir şapel var. Şapelin
yanından kaidenin üzerindeki sarmal merdivenleri çıkarak heykelin eteklerinin
altındaki bölüme kadar gidilebiliyor. Buradan muhteşem bir koy ve şehir manzarası
seyredebiliyorsunuz.
Heykelin
çevresinde farklı mimari tarzlara sahip kiliseler var. Heykelin bulunduğu
alandaki Maronit Katedrali modern mimarisi ile ilgi çekici.
Kilise ve katedrale gelen
çok sayıda ziyaretçi vardı, son derece şık
bakımlı ve modern Hıristiyan ziyaretçilerdi bunlar.
Tepeden aşağıya
teleferikle inerken; arkamızda Lübnan dağları, aşağıda Beyrut’un şehir
manzarası ve karşımızda masmavi sonsuz Akdeniz. (Fotograf çekmek yerine
manzaranın keyfini çıkardım)
Sonraki durağımız Beyrut’un içinde Şehitler Meydanı (Place des Martyrs) (eski adı Hamidiye Meydanı): Lübnan’ın Osmanlı’ya isyan ettiği meydan burası. 18. yüzyılın sonlarında adı Hamidiye Meydanı, daha sonraları Burç Meydanı, günümüzde ise adı Şehitler Meydanı olan alana bu isim, 1910'da Osmanlı’ya isyan edenlerin Cemal Paşa tarafından burada asılması dolayısıyla 1943’de Lübnan Cumhuriyeti kurulduktan sonra verilmiş. Etrafta şık binalar ve kubbesi görünen bir cami var.
Yürüyerek parlamento binasına doğru giderken demir teller ile çevrili koruma bölgelerinden geçip (girilmesi yasak yerlermiş ama rehberimiz girişi sağladı) Yıldız Meydanına geldik. Yol boyu Avrupa şehirlerinde rastlanabilecek şık mağazalar, sarı taşlardan yapılmış görkemli devlet binaları vardı. Ama sokaklarda araba ve insan yoktu bizden başka.
Meydan; 1930’larda Lübnan asıllı Brezilya
vatandaşı olan Michel Abed tarafından hediye edilen ve dört tarafına yerleştirilen Rolex marka saatleri olan bir saat kulesine,
Lübnan Parlamentosuna, iki Katedrale, bir müzeye, birçok cafe ve restorana ev sahipliği yapıyor. Beyrut şehrinin dünya çapında en tanınmış ikonik simgesi olan meydanda, benzerlerini başka yerde pek görmediğim çeşitli türlerde ve renklerde çok sayıda güvercin vardı.
Lübnan Parlamentosuna, iki Katedrale, bir müzeye, birçok cafe ve restorana ev sahipliği yapıyor. Beyrut şehrinin dünya çapında en tanınmış ikonik simgesi olan meydanda, benzerlerini başka yerde pek görmediğim çeşitli türlerde ve renklerde çok sayıda güvercin vardı.
Meydana kuzey tarafından bağlanan, cafe ve restaurantlarla dolu “Al Omar Mosque Street”üzerinde “Ömer Cami’ni (Al Omari Cami)” ye girdik.
Cami; pagan tapınağı ve Bizans saray kalıntıları üzerine Haçlılar tarafından XII. yüzyılda yaptırılan kilisenin, 1291 yılında Memluklar tarafından camiye çevrilmesi ile oluşmuş. Caminin içi mimari açıdan görülmeye değer güzellikte. Camiye kadınların girebilmeleri için girişin hemen kenarında asılı duran uzun kapşiyonlu pelerin gibi giysileri giymek gerekiyor.
Akşam otele
dönerken ünlü HAMRA CADDESİ’nden
geçiyoruz. Şık mağazalar,cafeler, restoranlar var. Ünlü cafe zincirinin önünde
beyaz gömlekli yaşlı amcalar bir şeyler içerken yoldan geçenleri seyrediyordu.
İkinci gün
güneye gidiyoruz. Yol boyu sağımızda Akdeniz, solumuzda zakkum ve begonviller
rengarenk liman şehirlerinden geçiyoruz. Ticaretin yoğun olduğu dönemlerde,
limandan geçenlerin konaklaması için sarı taştan yapılmış hanlar var. Çoğu
Osmanlı döneminde yapılmış. (Ticaret limanına gelen tüccarların ve
hayvanlarının barınması ve ihtiyaçlarının karşılanması için)
SUR deniz
kenarında kurulmuş bir şehir. Unesco tarafından dünya kültür mirası kapsamına
alınmış. Ana giriş yolu denize kadar uzanıyor.
Kuruluşu milattan önce 3000’li yıllara
kadar
giden Sur (Tyre, Tyrus) Beyrut’un yaklaşık 83 km. güneyinde yer alıyor.
Kıyıda taşlık bir araziyle 600 m. uzağındaki bir adadan oluşan şehir 15 hektarlık bir alanı kaplıyor. Kıyı ile ada arasındaki bağlantı bir köprü ile sağlanmış. Fenike’liler döneminde Akdeniz sahilindeki stratejik konumu ve limanı sebebiyle önemli bir ticaret merkezi olmuş
giden Sur (Tyre, Tyrus) Beyrut’un yaklaşık 83 km. güneyinde yer alıyor.
Kıyıda taşlık bir araziyle 600 m. uzağındaki bir adadan oluşan şehir 15 hektarlık bir alanı kaplıyor. Kıyı ile ada arasındaki bağlantı bir köprü ile sağlanmış. Fenike’liler döneminde Akdeniz sahilindeki stratejik konumu ve limanı sebebiyle önemli bir ticaret merkezi olmuş
MERAKLISINA; Sur kentinin geçmişte bu kadar gelişmesinin bir diğer nedeni Sur Firfiri denilen bir boya maddesi imiş. Erguvan renkteki bu madde Murex türü bir salyangozdan elde edilen ve o dönem için son derece pahalı bir boyaymış. Bu boya “zendado” (zendal) denilen bir dokuma cinsinde kullanılmaktaymış ve Sur’un erguvani boyasını elbiselik kumaşlarda kullanmak moda haline gelmiş. İşte böylesine gelişen ve ünlü olan Sur’u, Babil İmparatoru Nabukadnezar 13 yıl boyunca kuşatmış. İ.Ö. 6. yüzyılda olan bu olaydan 200 yıl kadar sonra, Makedonyalı İskender 7 ay süren bir kuşatma sonucunda kenti almayı başarmış. Makedonyalı İskender’in istilasında uğradığı tahribatın ardından, milâttan sonra 64 yılında Roma hakimiyetine girmiş.
Sur stratejik konumu, limanı ve tersanesinden dolayı Haçlı
seferleri sırasında önemli merkezlerden biri olarak öne çıkmış. I. Haçlı
Seferi’ne katılan birlikler Kudüs’e doğru ilerlerken Urfa ve Antakya’dan
gelecek şövalyeleri beklemek için iki gün Sur’da kalmışlar. Sur halkı, Kudüs
Haçlı Kralı I. Baudouin’e kıymetli hediyeler gönderip şehirlerinin güvenliğini
sağlamaya çalışmışlar.
Memluk Sultanı Halil b. Kalavun 18 Mayıs
1291’de Akka’ya hakim olduktan sonra 14 Temmuz 1291’de Sur’u da ele geçirmiş.
Halkın bir kısmını öldürtmüş, geri kalanları da esir almış ve şehri tamamen
tahrip ettirmiş. 1326’da şehri ziyaret eden İbn Battuta eskiden çok mamur olan
Sur’un harap halde olduğunu kaydetmiş. (Seyahatname, I, 91). XVII. yüzyılda Dürzi Emiri
Ma‘noğlu Fahreddin harap durumda
olan Sur’u onarmaya çalıştıysa da çabaları sonuçsuz kalmış. Bu yüzyılın ikinci
yarısında şehri ziyaret eden Evliya Çelebi’nin harap yerlerin çokluğuna vurgu
yapması bu hususu teyit etmektedir.
Tevrat’ta Sayda (Sidon) kentinden olduğu kadar Sur kentinden
de bahsedilmektedir. Ayrıca; Sur Kralı Hiram’ın Hz. Süleyman ile ticaret
yaptığı, İsrail Kralı Ahab'ın karısı, acımasız Kraliçe İzebel’in de bir başka
Sur kralının kızı olduğu tarihi gerçeklerdir. Bir rivayete göre ise Hz. İsa, Sur (Tyre) ve Sayda (Sidon) şehirlerine ayak basmış,
havarilerinden Aziz Pavlus Sur’da bir kilise inşa etmiştir.
SAYDA -SİDON
Sayda (Sidon),
Lübnan'ın güneyinde Akdeniz sahilinde yer alan ve 200.000 nüfusu ile Lübnan’ın büyük şehirleri arasındadır.
MERAKLISINA; Antik Çağda önemli bir Fenike şehri olan Sayda’nın eski ismi
Sidon. Tevrat’taki Yaratılış (Genesis) faslında Sidon, Kenan’ın oğlu olarak geçmektedir.
Günümüz Arapçasında “balıkçı” anlamında kullanılmaktadır.
İlkçağda bugünkü Lübnan’a yerleşmiş olan Fenikeli’lerin
kurdukları önemli kentlerden biri olan Sayda (Sidon)’nın tarihi İÖ 2.000 yılına
kadar uzanıyor. İÖ. 1.000 yılda Sur kenti ile birlikte Fenike tarihinin en
etkin yerleşim yerleri olmuşlar. Her iki kent de Fenikeli’lerin önemli birer
ticaret merkezi olduğu kadar, Akdeniz çevresinde kurulan koloni kentlerinin de
merkezleri imiş. El yapımı metal işleri ve tekstil ürünleri Akdeniz’in birçok
liman kentine satılıyormuş. Teli el-Amarna, çiviyazılı belgelerinde Eski Mısır
ile ticaret yaptığına ilişkin bilgiler olduğu belirtiliyor. Cam eşya, keten
kumaşlar ve koku üretiminde (günümüzden yaklaşık 4000 yıl öncesi… ve bu ürünler
bu gün bile zor üretilen zor bulunan ve pahalı lüks ürünler) ve ihracatta da döneminin
önde gelen kentiymiş. İÖ 678’de Asur Kralı Asarhaddon’un yıkıma uğrattığı kent, Pers egemenliği altında Fenike
Satraplığı’nın başkenti olmuş. Büyük İskender’in Asya Seferi’nden (İÖ 333)
sonra İskender İmparatorluğu’na bağlanan bölge onun ölümünden sonra Seleukos
Krallığı’na, sonra da Roma İmparatorluğu’na bağlanmış. Roma İmparatorluğu’nun
ikiye ayrılmasından sonra Bizans İmparatorluğu’nun topraklarında kalan kent,
Haçlı seferleri sırasında 1110’da, I. Baldwin’in denetimine girmiş.
1291’de Abbasi egemenliğine girdiyse de eski önemini yitirmiş.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nden sonra 400 yıla yakın Osmanlı
egemenliğinde kalmış. 1837′ deki bir depremden büyük zarar gördüyse de, yeniden
bayındır hale getirilmiş. I. Dünya Savaşından sonra Fransız’ların idaresine girmiş.
1943’de Lübnan Devleti’nin kurulmasından sonra bu devletin sınırları içinde kalmış.
Günümüzde, Suudi Arabistan'da bulunan petrol yataklarından gelen petrol boru hattının
Akdeniz'e ulaştığı liman olarak önem taşıyor.
TARİHİ ESERLER
NEKROFİL (MEZARLIK)
Tarih boyunca bu denli yoğun yaşam ve yerleşime
tanıklık eden bölgenin mezarlık bölümü de çok çarpıcı. 1855’te kentin
güneydoğusunda, büyük bir nekropol alanı açığa çıkarılmış. Fransızlar (Louvre
Müzesi) için çalışan defineciler tarafından yapılan kaçak kazıda, tesadüfen Sayda
Kralı Eşmuhazar (Eshmunzar)’ın
lahdi bulunmuş ve 1856’da Paris’teki Louvre Müzesi’ne götürülmüş.
1887’de Lübnan
topraklarının Osmanlı Devletinin yönetiminde olması nedeniyle Müzeler Müdürü Osman
Hamdi Bey, Sayda’da bir kazı yapmış ve Sayda Krallık Ailesine ait 20’ye
yakın çok değerli lahdi, 1892’de açığa çıkarmış. Bu lahitler günümüzde İstanbul
Arkeoloji Müzesinde sergilenmekte. Başlıcaları: İskender
Lahdi,
Tabnit Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Satrap Lahdi, Likya Lahdi. 1963-1964
arasında Beyrut Müzesi’nin yaptığı kazılarda ise İÖ 5-4. yüzyıllara ait 31
lahit çıkarılmış.
MERAKLISINA; İskender
Lahdi olarak bilinen eserin üzerinde yer alan savaş sahnesi Büyük İskender ile
Pers Kralı arasındaki Issos Savaş sahnesini anlatır. Savaş, Antakya sınırları
içindeki
Dörtyol’da
Issos ovasında gerçekleşmiş ve yine Hellenistik Dönemin büyük heykeltıraşları
tarafından Sayda’nın yeni kralı Abdalonymos için İskender’e ithafen yapılmış.)
Sanatsal mezar taşları var, taşı adeta işleNmişler. Romalı’lar mezara göz yaşı şişesi ve ölünün ağzına da metal para koyarlarmış. Cennete götürecek kayıkçıya rüşvet olarak vermeleri için J
Bir de zenginlere ait aile mezarları var, kat kat
yapılmış.
Her odacıkta bir aile bireyi bulunmaktaymış.
Bu odacıklarda kemikler hala duruyor.
Her odacıkta bir aile bireyi bulunmaktaymış.
Bu odacıklarda kemikler hala duruyor.
Bu nekrofilin yan kısmında Filistin’lilerin yerleşim bölgesi var. Çok derme çatma evler, ama hayat sürüyor. Balkon ya da taraçalarda televizyon seyreden aileler, çamaşır asan kadınlar…
DENİZ KALESİ
Ana karaya 80
metrelik bir yolla bağlı olan Kale 13. yüzyılda Haçlılar tarafından inşa
edilmiş. Öncesinde ise aynı ada üzerinde Fenike Kralı’nın Sarayı ve Fenikeli’lerin
tanrılarına adanmış bir tapınak varmış. Hatta
şehrin Asurlular tarafından kuşatılması sırasında Fenike halkına sığınak
olmuş. Ancak sonraki yıllarda meydana gelen depremlerle saray ve tapınak
yıkılmış. O yapıtların taşları ise şimdi kalenin duvarlarını oluşturmakta.
MERAKLISINA; Lübnan
topraklarını almak için Haçlılarla mücadele eden Memluk Sultanı I. Baybars
1271’de Trablus Kontluğu’na bağlı pek çok kaleyi fethetmiş. Ancak Haçlı
tehlikesi karşısında anlaşarak geri çekilmek zorunda kalmış. Lübnan topraklarıyla
ilgili olarak Haçlılarla çeşitli anlaşmalar yapan Memluk Sultanı Kalavun, 1289
Trablus’u geri almayı başarmış. Artık bölgede Haçlıların elinde sadece Akka,
Sayda, Sur ve Aslis şehirleri kalmış.
1400'lü
yıllarda Sayda ve Sur şehirlerini feth etmek için yapılan Memluk kuşatmaları
sırasında büyük zarar gören kale, önemi nedeniyle şehir ele geçirildikten sonra
yine Memluklular tarafından restore edilerek kullanılmış. Osmanlı hakimiyetinin
ilk yıllarında da kullanılan yapı, kalelerin tarih içinde önemini yitirmesiyle
beraber kaderine terk edilmiş. Harabeye dönen kale, neredeyse yok olmak
üzereyken, 17. yüzyılda önce Dürzi Emir Fahrettin II, sonraları da Osmanlılar
tarafından restore edilerek içine bir de Osmanlı cami imar edilmiş.
Kalenin
şimdilerde, büyük bir kısmı ise yıkılmış halde. Osmanlı döneminde yapılan küçük
cami ise hala ayakta. Kaleden hem Sayda Limanı, hem de eski şehir görülebilmekte.
Sayda Deniz Kalesi bu özelliğiyle, bir şehrin geçirdiği sosyal, siyasi ve
mimari değişimine 800 yıldan bu yana sessizce şahitlik etmiş.
Bu kadar tarihi kalıntı gezdikten sonra, daldık Sidon
sokaklarına ve olağanüstü sokak araları ile çarşılardan geçtik.
Bu arada tatlıların da tadına baktık.
Bu arada tatlıların da tadına baktık.
Sabun müzesi, taş konağa girdiğiniz anda saf sabun kokusu burnunuza geliyor, doğallık ve temizlik kokusu. Doğal zeytinyağı sabun imalatının yapımını gösterdikleri müzenin son kısmında sabun alışverişi yapabiliyorsunuz. Ama çok pahalı idi küçük bir kalıp sabun beş dolar civarındaydı.
Üçüncü gün Çuf dağlarından geçerek Bekaa Vadisine
gidiyoruz. Dağlar geçmişte Lübnan’ın sembolü olan sedir ağaçları ile kaplıymış
ama şimdi makilik. Virajlı dağ yolundan deniz görünüyor.
MERAKLISINA;: Rivayete
göre, Olympe'deki
tanrıların
yazlık mekânı burasıymış. Zeus'tan Afrodit'e, Apollon'dan
Uranos'a kadar cümle büyük-küçük tanrı, yazları
sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağmurlu olan Akdeniz ikliminin o boğucu
günleri başlayınca, bavullarını toplayıp Lübnan Dağları'na göç ederlermiş. Hatta
Sisyphe bile, çilesini biraz olsun katlanılır hale getirmek için, o aylarda
ebedi cezası olan kayasını sırtlayıp soluğu buralarda alırmış.
DEİR Eİ QAMAR
Dağda bir Hristiyan köyünde mola veriyoruz.
Memlük’lerden kalma bir kervansaray ve
küçük ama içi çok ferah bir cami var. Cami avlusunda oturup dağ havasını içime
çekip termosumdan çay içiyorum.
Bu köyden şişesi beş dolara Lübnan rakısı arak almak
mümkün.
BEİD ED DİNE SARAYI
İlk olarak 1620'de
inşa edilmiş olan saray iki kez de yanmış. Osmanlılar tarafından vali olarak atanan
Emir Beşir Şihap II’nin, Deir
el-Qamar’ı terk etmeye ve daha güvenli bir yer olan Beit Ed Dine’e taşınmaya
karar vermesi üzerine 1806 yılında yeniden sarayın inşaatına başlanmış.
Tüm Suriye’den
İtalyan mimar, sanatkar ve esnaf kiralamış ve inşaat 30 yıl sürmüş. İtalyan ve
Arap stillerinin olağanüstü uyumlu uygulaması olan gotik kemer teknikleriyle
zamana meydan okuyacak güce kavuşturulmuş.
Saray ilk
olarak 1842 yılında Osmanlılar tarafından daha sonra da Fransızlar tarafından
Devlet İdari Binası olarak kullanılmış. Lübnan’ın bağımsızlığını kazandığı 1943
yılında restore edilen saray o tarihten itibaren Başkanlık Yazlık İkametgahı olarak
kullanılmaktaymış. İsrail işgali sırasında tahrip edilen sarayın, 1984 yılında
restorasyon işlemlerini başlatan Velid Canbolat tarafından adı “Halk Sarayı” olarak değiştirilmiş.
Sarayın odaları
ve avluları hoş mekanlara, çeşmelere, cephelere, oyma sedir ağacı tavanlara,
antika mobilyalara, kakma mermerlere ve ince zarif mozaiklere sahip. Ayrıca,
saray iyi korunmuş bir hamam kompleksini bünyesinde barındırmakta. Beiteddine
Sarayı, Cumhurbaşkanının yazlık ikametgahı olarak kullanılıyorsa da, Beiteddine
festivali süresi hariç olmak üzere, temel alanları yaz aylarında ziyaret edilebilmekte.
Saray her gün açık.
ANJAR
Bekaa vadisinde
yer alan Anjar şehri, denizden uzakta kurulmuş olan önemli bir tarihi ticaret
merkezi olma özelliği yanında, Emeviler dönemine ilişkin şehir
planlamacılığının eşsiz bir örneği olarak kabul edilmekte. Adını "kayadan çıkan su"
anlamındaki Arapça kelime olan "ayn al-jaar"dan alan şehir
aslında hiçbir zaman tamamlanamamış.
Bekaa Vadisinde
bulunan kalıntılar ilk kez tesadüfen 1939 yılında keşfedilmiş ve 1943 yılında
Anjar’da arkeolojik kazılar başlamış. Yapılan
kazılarda; iç bölümleri çamur ve molozla kaplanmış iki metre kalınlığında,
yaklaşık 350-385 metre uzunluğunda duvarlar içinde bulunan 40'dan fazla kulenin
yer aldığı bir şehir ortaya çıkarılmış. Şehir mimari mükemmellikteki
kuzey-güney ve doğu-batı eksenleri çevresinde simetrik olarak dört eşit parçaya
bölünmüş. Dört farklı giriş kapısı bulunan şehirde, kamu ve özel yapılar sıkı
bir planlama gereği bu parçalar arasında dağıtılmış: Ana Saray ve cami
güney-doğuda yer alırken diğer saray ve hamamlar ise kuzey-batı ve kuzey-doğuda
bulunmakta.
MERAKLISINA; 1939 yılında Hatay Sancağı Türkiye’ye ilhak
edince, günümüzde Vakıflı Köyünde yaşayan Ermeni vatandaşlar hariç
diğer Ermeniler Lübnan’ın Ancar kasabasına yerleşmişler.
Nüfusu bugün 2400
olan Ancar’ın neredeyse tamamı (%99.9) Ermenil’erden oluşmakta. Altı yerleşim alanına (mahalle) ayrılan Ancar’ın mahalle
isimleri, 1939 yılında buraya göç eden Ermeni’lerin göç öncesi Hatay bölgesinde
yaşadıkları altı köyün isimleri. Bunlar: Kabusiye, Yoğunoluk, Bityas, Vakıf, Hıdır Bey, Hacı Habibli.iİsrail
1983 yılında Lübnan’ı istila edinceye kadar tedhiş örgütü ASALA’nın merkezi
Lübnan’da ve en donanımlı eğitim kampları Lübnan’ın Bekaa vadisindeki
Ancar köyünde bulunmakta imiş.
Ancar kasabası aynı zamanda Suriye’nin
Lübnan’daki varlığının sembolü haline gelmiş. Suriye askeri
istihbarat karargahı, Nisan 2005 tarihine kadar Ancar kasabasında
bulunmaktaymış. Bekaa Vadisi’ndeki Rayak Askeri Hava Üssünde Nisan 2005’de
düzenlenen bir törenle Suriye Lübnan’daki 29 yıllık askeri varlığına son
vermiş.
Tarihi şehir kalıntılarını gezip çıktığımızda giriş-çıkış kapısının iki
etrafında bulunan küçük dükkanlarda gümüş, ahşap, sedef hediyelik eşyalar
vardı. Ermeni’ler tarafından işletilen dükkanlardaki ürünler, benzerlerini
Türkiye’de daha ucuza alabileceğimiz orta kalitede ürünlerdi.
ZAHLE
Yaklaşık 50.000
nüfusu ile Lübnan'ın büyük kentlerinden biridir. Bekaa vadisinin başkenti. Şehrin sakinleri
ağırlıklı olarak Katolik Rum. Lübnan dağları ve Bekaa platosunun birleştiği
noktada yer almakta. Zahle coğrafi konumu ve çekiciliği ile "Bekaa’nın
Gelini" olarak adlandırılıyormuş. Aynı zamanda "şarap ve şiirin şehri"
olarak Lübnan genelinde ünlü olan Zahle, hoş iklimi, nehir kenarındaki
restoranları ve kaliteli arak içkisi ile şöhrete sahipmiş.
Şehrin
ortasından nehir akıyor. Etraftaki binalar, dükkanlar, restoran ve pastaneler
Avrupa kentleri havasında. Zahle’nin tepesinde de şehri koruyan Meryem Ana
heykeli var.
Bekaa Vadisinin verimli ve uçsuz bucaksız görüntüsünü blogun Videolar ile Gezelim bölümünde izleyebilirsiniz. Bekaa Vadisi
BAALBEK
JÜPİTER TAPINAĞI
Tapınağın temsili resmi
Fenikeliler
tarafından kurulmuş olan Baalbek; Beyrut'un 86 kilometre doğusunda, Bekaa
Vadisi'nde yer alan bir müze şehir ve 1984 yılında UNESCO tarafından koruma
altına alınmış. Antik Ortadoğu’da Baal tanrısına tapanların merkezi ve Bekaa
eyaletinin en büyük Fenike şehriymiş.
Hristiyanlığın yayılmasına kadar
bölgenin dinî merkezi olmaya devam eden şehir, buraya iki lejyon yerleştiren ve
derecesini koloniye çıkaran Romalı’lar döneminde çok önem kazanmış ve
M.S.2.yy’da yeniden imar edilmiş. Başlıcaları Bacchus, Jüpiter ve Venüs adına olmak
üzere çeşitli tanrılar için yapılan birçok tapınak ile süslenmiş. 1898-1905
yılları arasında Almanlar tarafından önemli kazı çalışmaları yapılmış ve
ortaya çıkarılan İslam öncesi döneme ait tarihi eserler, daha sonra Fransız Manda İdaresi ve Lübnan Hükümeti tarafından
restore ettirilerek Baalbek bir müze-şehir haline getirilmiş.
Baalbek'te
harabe halinde üç adet tapınak var. Bunlar; Romalıların gök ve şimşek
Tanrısı Jüpiter (Yun: Zeus), şarap tanrısı
Baküs (Yun: Dionysos),
aşk
ve güzellik tanrıçası Venüs (Yun: Afrodit) adına yapılan tapınaklar.
Bunlardan en
büyüğü Jüpiter Tapınağı. M.S. 3.
yüzyılda yapılan tapınağın büyük bir giriş kapısı varmış. Kapıdan girilince
önce ön avluya, sonra da büyük avluya ulaşılıyormuş. Büyük avlunun eni 104,5
metre, genişliği ise 117 metre yani gerçekten çok büyük. Avludan sonra geniş
bir kapıdan girilen tapınağın 84 granit sütunu varmış. Bugün bunlardan sadece 6 tanesi ayakta.
Diğerlerinin bir kısmı kırılmış, bir kısmı da başka yerlere götürülmüş. Bu
sütunlardan biri ise Süleymaniye Camii’nin yapımında
kullanılmış.
Baküs Tapınağı daha iyi
korunmuş. Bu tapınağın her biri 18 metre yüksekliğinde olan 46 sütunu hala ayakta.
Giriş kapısının yüksekliği 12 metre, genişliği ise 7 metre.
Venüs Tapınağı da onarım ve restorasyonda.
Lübnan’daki tarihi kalıntıların olduğu mekanları gezerken mekanı fon olarak kullanan ve nişan ve evlilik resimleri çektiren gençler vardı.
Ülkemizde de hemen her bölgede var olan tarihi kalıntıların bu amaçla kullanıldığına şahit olmadım. Ama neden olmasın…..
ALTIN KUBBELİ CAMİ
Roma, tapınak, Jüpiter, Venüs
gezdikten sonra; baş örtüsüz içeri alınmayan ve telefon kamera sokmanın yasak
olduğu çok etkileyici bir camiye giriyoruz. Girişte ve cami dışında İran etkisi
görülüyor. Hem mimari olarak, hem de asılı posterlerden. Etkileyici ve temiz iç
mekana girip dualarımızı ettikten sonra çıkıyoruz.
TRİPOLİ- TRABLUSŞAM
Trablusşam
şehri Lübnan’ın en doğu noktası. Nüfusun yaklaşık %80'i Sünni Müslüman olmakla
beraber Hıristiyan ve Arap Aleviler de yaşamakta.
MERAKLISINA; Osmanlı
Devleti sınırları içerisinde Trablus ismini taşıyan iki tane şehir olduğu için
Osmanlılar Lübnan'daki bu şehre Trablusşam, Kuzey Afrika'daki (Libya) şehre ise Trablusgarb ismini
vermişler.
TRİPOLİ KALESİ
Orijinal kale
1289 yılında yanmış, 1307-08 yılında Emir Esendemir Kurgi tarafından yeniden
inşa edilmiş. Daha sonra kale Osmanlı döneminde kısmi olarak yeniden inşa
edilmiş olup, yeniden inşa emrini veren Kanuni Sultan Süleyman’ın tuğrası
devasa giriş duvarı üzerinde durmakta.
Kaleye
çıktığınızda şehrin panaromik görüntüsü ve deniz manzarasını da
görebiliyorsunuz.
Tam manzaraya kendinizi kaptıracakken, kalenin bir çok noktasında yer alan askerler ve savaş gereçlerini görmek ürkütüyor, tabi ki bu görüntülerin resmini çekmek yasak. Kaleden çıkıp şehre doğru inerken Lübnan’ın diğer şehirlerinden daha bakımsız, eski, köhne binalar görülüyor.
Ortadoğu’da
gezerken sürprizlere hazırlıklı olmak lazım. Blogun Videolarla Gezelim bölümünde Lübnan çarşı isimli videoda, bir çarşının
içinden geçerken siyasi bir adaya destek veren çarşı esnafının görüntüsünü izleyebilirsiniz.
Dar bir sokak etrafında birbirine yakın bir sürü dükkan. Sıcak canlı hareketli. Ama pek alışık olmadığımız görüntüler ve kokular da mevcut. Örneğin canlı tavuklar orada kesilip parçalanarak satılıyor. Keskin baharat kokuları, taze meyve sebze kokularına karışıyor. Küçük sakız kabakları ve küçük patlıcanlar içleri oyulmuş dolma yapmaya hazır poşetlerde satılıyor. Zahter salatası için tüm yeşillikle doğranmış. Tatlılar kızartılıp şerbete atılmış.
Tüm bu gürültü ve koku aleminden geçip Osmanlı döneminde bölgede savaşmaya gelen askerlerimizin konakladığı ASKER HAN a geliyoruz.
Ancak sadece
kapının resmini çekebiliyoruz. Görevli bizi içeri almıyor, hatta kapıdan
bakmamıza bile izin vermiyor !
Buradan sonra gittiğimiz SABUN
HAN rengarenk ve güzel kokulu sabunları ile karşılıyor bizi, ortada çok
sayıda tahta sedir var. Küçük lavaş görünümünde kankan denen simitlerden
yiyoruz burada içine bol sumak koyarak.
Sonra, Sultan
II. Abdülhamid Han’ın tahta çıkışının 30 yılını kutlamak için zamanın
Trablusşam kentine bir hediye olarak Al-Tell Meydanına Osmanlılar tarafından
1906 yılında inşa edilmiş Osmanlı Saat Kulesi ni görüp, günlerdir methini duyduğumuz tatlıları yemek için son derece
lüks bir mekana oturuyoruz.
Hatay, Antakya Gaziantep
tatlılarının benzerlerini yerken herkes “bu biz de daha lezzetli yapılıyor”
diye söylenerek hesap ödüyor.
ULU CAMİ
Camii şehrin ortasında ve kiliseden
dönüştürülmüş. Caminin planı; merkezi bir avlu, üç taraftan tek revaklar, namaz
için içeride bir kıble ve merkezi bir çeşme ile geleneksel bir düzenlemeye
sahip. İçeri girerken başınızın örtülü olması gerekli.
BİBLOS
Bir Akdeniz şehrindeyiz
şimdi; antik liman ile şehirdeki Fenike, Roma ve Haçlı kalıntıları, kumsalları
ve şehri çevreleyen dağları ile ideal ve lüks bir turizm merkezi Biblos. Şehir,
balık lokantaları, açık hava barları ve açık hava kefeleri ile ünlü. Altmışlı ve
yetmişli yıllarda Marlon Brando ve Frank Sinatra şehre düzenli
olarak ziyarette bulunurlarmış.
MERAKLISINA ; Biblos, MÖ 3. ve 2. yüzyıllar arasında Mısır Firavunlarının
kontrolü altında iken tüm Fenike sahilinin hem dini hem de ticari başkenti imiş.
Bugünkü modern Latin alfabesinin temeli olan ilk lineer alfabeyi de bulanlar
Biblos’lular olmuş. Biblos’lular, MÖ 2000 yıllarında Piramitlerin yapımında
kullanılan sedir ağaçlarını Mısır'a satarak ticarete başlamışlar. Böylece
Biblos, MÖ 11. yüzyılda Fenike'nin en önemli kenti olmuş ve Biblos’lular
Akdeniz'de birçok ticaret kolonileri kurmuşlar. MÖ 8. yüzyılda Asur’luların
saldırılarıyla bağımsızlıklarını yitirmişler.
Liman yakınında bulunan arkeolojik
sit alanı içinde yerli kesme taşlar ve Roma yapılarının kalıntıları
kullanılarak yapılmış bir Haçlı Kalesi var.
Fenike
döneminden günümüze kadar olan ünlülerin balmumu heykellerinin sergilendiği
Balmumu Müzesi (Wax Museum) Biblos’un ilginç mekanlarından biri.
Balmumu Müzesi (Wax Museum) Biblos’un ilginç mekanlarından biri.
EGLİSE ST. JEAN MARC MARONİTE KİLİSESİ
Çok temiz ve şık bir bahçe ile karşılıyor sizi. Bahçede, dev bir çarmıhta İsa heykeli var. Bahçenin arka avlusu ise sanat eserlerinin sergilendiği bir açık hava galerisi görünümünde.
Çok temiz ve şık bir bahçe ile karşılıyor sizi. Bahçede, dev bir çarmıhta İsa heykeli var. Bahçenin arka avlusu ise sanat eserlerinin sergilendiği bir açık hava galerisi görünümünde.
Kilise bahçesi ve içi yüzlerce gül
ve beyaz çiçekle süslenmiş ve bir düğün törenine hazırlanmıştı.
Gezilecek mekanları tamamladıktan sonra, arkeolojik alanın girişine yakın
bulunan tarihi mahalle ve çarşıları gezerken, hediyelik eşya alacağınız eski sokaklardaki dükkanlar sizi
bekliyor.
Yorulmuş, ama
yoğun Lübnan gezisinde gördüğümüz tarih ve kültür eserleri ile etkilenmiş,
şaşırmış, yakın geçmişte ecdadımızın yönettiği ve dedelerimizin şehit olduğu
toprakları görmekten hüzünlenmiş olarak döndük ülkemize.
Yahya Kemal Beyatlı’nın, emeklilik yıllarında çıktığı Kahire, Beyrut,
Şam, Trablusşam gezilerinin kendisinde bıraktığı izlenimlerin ve depresif etkilerin hissedildiği “Yol
Düşüncesi” adlı şiirini yazarken hissettiklerini anlamaya çalışma zamanı idi
şimdi…
Yol
Düşüncesi
Bu def’a farkına vardım ki ihtiyarlamışım.
Hayâtı
bir camın ardından gören tılsım
Bozulmuş
anlıyorum, çıktığım seyâhatte.
Cihan
ve ben değiliz artık eski hâlette
Mısır
ve Suriye, pek genç iken, hayâlimdi;
O
ülkelerde gezerken kayıtsızım şimdi,
Bu
gözlerim, medeniyetlerin bıraktığını
Beş
on yıl önce, görür müydü böyle taş yığını?
Bugünse
yeryüzü hep madde, her ufuk maddî.
Demek
ki âlemin artık göründü serhaddi.
Ne
Akdenizde şafaklar, ne çölde akşamlar,
Ne
görmek istediğim Nil, ne köhne Ehramlar.
Ne
bâalbek'de latin devrinin harâbeleri,
Ne
Biblos'un Adonis'den kalan sihirli yeri,
Ne
portakalları sarkan bu ihtişamlı diyar,
Ne
gül, ne lâle, ne zambak, ne muz, ne hurma ve nar
Ne
Şam semâsını yâlel’le dolduran şarkı,
Ne
Zahle'nin üzümünden çekilmiş eski rakı,
Felekten
özlediğim zevki verdiler, heyhat!
Bu
hali, yaşta değil, başta farzeden bir zât
Diyordu:
“İnsana çarmıh'ta haz verir îman!”
Dedim
ki: “Hazret-i İsa da genç imiş o zaman.”
Eğer
mezarda, şafak sökmeyen o zindanda,
Cesed çürür ve tahayyül kalırsa
insanda,
Cihan
vatandan ibarettir, îtikadımca
Budur
ölümde çerçevem, murâdımca:
Vatan
şehirleri karşımda, her saat bir bir,
Fetihler
ufku Tekirdağ ve sevdiğim İzmir,
Şerefli
kubbeler iklimi, Marmara’yla Boğaz,
Üzerlerinde
bulutsuz ve bitmeyen bir yaz,
Bütün
eserlerimiz, halkımız ve askerimiz,
Birer
birer görünen anlı şanlı cedlerimiz,
İçimde
dalgalı Tekbîr'i en güzel dînin,
Zaman
zaman da Nevâ-Kâr'ı doğsun, ltri'nin
Ölüm
yabancı bir âlemde bir geceyse bile,
Tahayyülümde
vatan kalsın eski hâliyle.
Yahya
Kemal Beyatlı
Ama son söz Lübnan asıllı ABD’li filozof Halil Cibran’ın dizelerinde
hissettiklerimizdi….
Ve arkadaşlığın hoşluğunda,
Kahkahalar, paylaşılan hazlar olsun.
Çünkü küçük şeylerin şebneminde,
Yürek sabahını bulur ve tazelenir.
-----------------------------------------------------------------------------------------------
KAYNAKÇA
Gezi rehberinin anlattıklarından tutulan
notlar
Alb. Mustafa Kaya tarafından hazırlanan
Lübnan Gezi Rehberi
LEWIS, Bernard Ortadoğu İkibin Yıllık
Ortadoğu Tarihi, Arkadaş Yayınları, 2014
CLEVELAND, William L.,Modern Ortadoğu
Tarihi, Agora Kitaplığı, 2008
Wikipedia
Tarih, sanat, coğrafya, gastronomi,,, bir bölge (ülke) bu kadar dolu dolu anlatılabilir,
YanıtlaSilTeşekkürler
Küçücük bir ülkenin; tarih, coğrafya, etnisite, din, gastronomi, mimari yönlerden detay içeren kocaman bir tanıtımı olmuş, ellerinize sağlık,,,
YanıtlaSilteşekkürler, çok akıcı bir dille gitmiş gibi olduk
YanıtlaSilÇok güzel ve açıklayıcı olmuş, yazınızı okuduktan sonra Lubnan'a gitmeye karar verdim. Teşekkürler
YanıtlaSilÇok güzel bi yazı listeme Lübnan ı ekledim
YanıtlaSilÇok güzel bi yazı listeme Lübnan ı ekledim
YanıtlaSilHarika bir anlatım olmuş, bilgi dolu ve edebi... Okumak çok büyük bir keyif oldu. Kaleminize, yüreğinize sağlık...
YanıtlaSilHilal Tezcan
Harika bir anlatım. Özellikle "meraklısına" bölümünde verilen bilgiler çok değerli.Umarım Lübnan'ı sizin anlatımınız rehberliğinde gezebilirim Neriman Hanım.
YanıtlaSil