Gezgin: Gülten İŞÇİMEN
Uygarlığın beşiği, tarihi dokusu en iyi korunmuş şehirlerden birisi olan Roma'da dolaşmak açık hava müzesinde gezmek demek.
Can arkadaşım Ayşe’yle bir yıl önce promosyon uçak biletlerimizi aldık ve gezimizi planlamaya başladık. Seyahatin
en güzel kısımlarından birisi seyahati planlamak oluyor. Gezeceğin yerlerle ilgili kitaplar, bloglar ve gezi yazıları okudukça daha çok
heyecanlanıyorsun. Yurt dışı deneyimlerimize
güvenerek booking.com’dan Roma ve Floransa için otel rezervasyonlarımızı da
yaptık. Yeri gelmişken söyleyeyim ki bu otellerin merkezi olması, temiz olması
ve özel banyosunun olması bizim için çok önemliydi. Roma‘da 6 gece için
gecelik 3,5 Euro şehir vergisi dahil 129 Euro ve Floransa'da bir gece için yine
vergi dahil 33 Euro iptal imkanı olan otel rezervasyonu yaptık.
Yaptığımız
plana göre tren biletleri satışa açılır açılmaz Roma- Pisa arası hızlı tren
biletimizi çok uygun olan 9 Euro’ya aldık.
Arkadaşlarımızdan ve okuduklarımızdan öğrendiğimize göre Vatikan Müzesi,
Uffizi ve Accademia Müzesinin bilet kuyrukları çok uzun oluyor ve çok vakit
kaybediliyormuş. Vaktimiz sınırlı olduğundan olan paramıza olsun diyerek
ilaveten 4’er Euro rezervasyon ücreti ödeyip biletlerimizi online satın aldık.
Uffizi için 12, Academia için 16,50 ve Vatikan Müzesi için 20 Euro ödedik.
Birçok
turistik şehirde olduğu gibi Roma’da da 2 veya 3 günlük özel şehir kartları
vardı. Biz iki ücretsiz müze giriş ve sınırsız şehir içi ulaşım hakkı olan 3
günlük Roma Pass Card aldik. Ücretsiz
müze giriş hakkını Kolezyum ve Galleria Borghese’de kullanmak üzere belirledik.
Ancak aklınızda bulunsun Galleria Borghese küçük bir müze olduğundan önceden
telefonla rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. İki saat içinde gezip çıkmak zorundasınız.
.
Havaalanından
şehir merkezine gitmenin en ekonomik yolunun otobüsle gitmek olduğunu
okuduklarımdan öğrenmiştim. Bir kişiden yol sorarak çok da zorlanmadan otobüs
duraklarını bulduk. Duraklarını diyorum çünkü bu transferi sağlayan birden
fazla otobüs firması var. Biz ismini daha önce bilmeden sadece gişesi açık
olduğu için TAM firmasından gidiş-dönüş biletimizi 8 Euro ödeyerek aldık ve 40 dakika sonra Termini İstasyonuna ulaştık. Burası
Roma’nın en büyük merkezi tren istasyonu olup aynı zamanda kırmızı ve mavi hat
olarak çalışan iki metro istasyonunun da kesiştiği bir noktadır. Bu yüzden
istasyon ana baba günüydü. Biz de otelimize gitmek için mavi metro hattına
yöneldik. Uygun
metro durağında indik ve birkaç kişiye
otelimizin olduğu caddeyi sorduğumuzda çok yardımcı oldular. Zaten sadece
Roma’da değil gittiğimiz tüm İtalyan şehirlerinde insanlar genellikle çok
yardımcı ve güler yüzlüydü. Turistlerin çok olduğu bir ülke olduğundan mı yoksa
Akdeniz sıcakkanlılığından mı orasını bilemiyorum!
Roma’da
ayarladığımız otel Italyanlarin yaşadığı tarihi bir binanın bir katında yer
alıyordu. Otelimizin yeri de metro durağına
oldukça yakındı.Tarihi
asansörle inerken çıkarken binada yaşayanlarla karşılaşıp sohbet etme imkanı bulduk.
Kahvaltı
için günlük fiş verdiler ve arka sokakta
yer alan bir cafe’yi tarif ettiler. Kahvaltıları tabi ki bizim kahvaltılar gibi
değil sadece krovasan ve kahveyi içeriyordu. Ancak bu da bize yetti.
Yol
yorgunluğunu biraz attıktan sonra hem Roma Pass Card almak hem de biraz
çevremizi tanımak için kendimizi sokaklara saldık. Yürüyerek ve daha çok
kaybolarak nihayet Termini İstasyonunu bulduk. Bloglarda Roma Pass’i turizm
ofislerinden alabileceğimiz yazıldığından uzun süre böyle bir ofis aradık. Birkaç
denemeden sonra büfelerde de Pass satıldığını öğrendik ve 3 günlük Pass Card icin 36 Euro ödedik.
Ertesi
sabah erkenden yola çıktık. Önce kahvaltı için tarif edilen cafe’ye uğradık. Sonraki
günlerde de vazgeçemediğimiz ballı kruvasanlarımızı yedik ve capuccinolarımızı
içtik. Mutlu bir şekilde Kolezyuma ulaştık. Roma Pass Card için ayrı bir girişten içeri girdik.
Gerçekten dıştan olduğu kadar içerisi de çok görkemliydi. Her cepheden ayrı
ayrı durup seyrettik. Arena, alttaki
aslanlar ve gladyatörlerin hazırlandığı bölmeler, yüksek tribün kısımları, 50
bin kişilik kapasitesi ile M.S. 80 yılında böyle bir yapının inşası gerçekten
olağanüstüydü.
Yaklaşık
2 saat içeride gezdikten sonra Kolezyum’un dışına çıktık. Dışarıdan görüntüsü
de ayrı bir etkileyiciydi.
Kolezyum
ile Palatino Tepesi arasında yer alan Konstantin Takını (Arch of Constantine) gördük.
Konstantin Zafer Takı, ilk Hristiyan İmparator Constantine’in Milvian Köprüsü
Savaşında İmparator Maxentius’a karşı kazandığı zafere adanarak M.S 315 yılında
yaptırılmış.
Roma'nın yedi tepesinden en
merkezde olanı ve Roma kentinin tarihî kalıntılar açısından en zengin bölgesidir.
Roma Forumu'ndan
yaklaşık 40 m yukarıdadır. Bir taraftan Kolezyum’a ve diğer tarafta ise Circus Maximus ile
Roma Forumu’na tepeden bakar. İmparatorların evleri, saraylar, taklar,
tapınaklar ve ılıcalar burada bulunmaktadır. Yapılan kazılar MÖ 1000 yıllarında
bile burada yaşamın olduğunu göstermektedir. İsminin etimolojik kökü “palace”
(saray) kelimesinden gelir.
Bir efsaneye
göre Roma şehrinin kökeni buradadır. Efsane bu ya, Romulus ve Romus ikiz
kardeşler, bir dişi kurt tarafından Palatino’daki bir mağarada büyütülmüş ve Romulus
Roma'yı kurmaya karar vermiştir. Modern arkeoloji, bu bölgede Roma'nın
kurulmasından önceki bir dönem olan bronz çağ'a ait yerleşim katmanı da bulmuştur.
Kentin
ünlü yurttaşlarının büyük çoğunluğu Palatino’da oturmuştur. Augustus, bu tepede
doğmuş ve imparator olduğunda bile, her fırsatta doğduğu bu yere gelmeyi tercih
etmiştir. Augustus’un doğduğu Palatino Evi ve Augustus’un karısı Livia’nın Evi
olarak bilinen iki bina, bölgedeki en iyi korunmuş evler arasındadır. Kybele
Tapınağı, Augustus, Tiberius ve Domitian Saray kalıntıları, Flavius Sarayı,
Livia’nın Evi, Romulus Kulübeleri, Stadyum ve Farnese Bahçeleri Palatino
Tepesi’nde yer alan önemli yapılardandır.
Bu arada
yeri gelmişken söyleyeyim bu kadar geniş alanda pek çok çeşmeye rasgeldik. Su
şişelerimizi doldurduk ve gönül rahatlığıyla içtik. Roma’da çeşmelerden su
içilebilmesi büyük rahatlık.
Burada
uzun süre gezdikten ve tepeden pek çok kare fotoğraf aldıktan sonra sıra Roma
Forumu’nu gezmeye geldi.
Burada
bir Tak daha gördük. Septimius Severus Zafer Takı, Roma Forumu’nda yer alan en
iyi korunmuş yapılardan birisiymiş. İmparator Severus’un Part zaferini ve yeni
hanedanı kutlamak amacıyla M.S 203 yılında yapılmış. İmparatorun Part zaferiyle
ilgili öyküler rölyeflerle betimlenmiş.
Roma
Forumu, eski Roma halkının yaşadığı bölge olup alışveriş, ibadet ve yaşam için
gerekli yapıların kalıntılarını görmek mümkün, girişi ücretsiz.
Yorucu
bir merdiven ile Forum’dan çıktık ve Palatino Tepesinden gördüğümüz Vittorio
Emanuele II Abidesine doğru yürümeye başladık. Roma’nın ünlü anıtlarından olan
Vittorio Emanuele II Abidesi, şehrin en haraketli meydanlarından birisi olan Piazza
Venezia’da yer alıyor. Altare della Patria (Ulusun Mihrabı) olarak da bilinen
anıt, Giuseppe Sacconi tarafından Birleşmiş İtalya Krallığı’nın ilk
kralı II. Vittorio Emanuele’yi onurlandırmak için 1885-1911 yılları
arasında yapılmıştır. Venedik Meydanı ve Capitoline Tepesi arasında bulunuyor.
Burada
aynı zamanda 1.Dünya Savaşında ölen 11 meçhul askerin mezarı da olduğundan “Unknown Soldier”(Meçhul Asker Anıtı) da denmekteymiş. Askerlerin
sürekli nöbet tuttuğu bu anıtta hiç sönmeyen bir ateş yanıyor. İtalyanlar,
inşasında mermer kullanıldığı için bu yapıyı pek sevmiyorlarmış ve bu yüzden 'takma
diş, düğün pastası, daktilo' gibi isimlerle anıyorlarmış. Bu
anıtın inşası için civardaki birçok yapı kaldırılmış ve bunlar arasında Tower
of Paul III (III. Paul Kulesi), Palazzo Venezia’yı bağlayan köprü ve tepenin
eteklerinde bulunan diğer birkaç bina da varmış.
Neoklasik
mimari özelliklerinin görülebileceği bu anıt Botticino, Brescia’dan
getirilen beyaz mermer ve Corinthian sütunlarından inşa edilmiş. 135 metre
genişliğinde ve 70 metre yüksekliğindeki bu yapıda at üstündeki Vittorio
Emanuele heykeli, sağ ve sol üst köşelerde yer alan tanrıça Victoria'nın
üstünde olduğu dört at heykeli yer
almaktadır.
Vittorio
Emanuele II Abidesi’nin alt kısmında İtalya Birleşme Müzesi (Museum of Italian
Unification) üst bölümünde ise bir seyir terası yer almaktadır. Bizim zamanımız
kısıtlı olduğundan Müzeyi gezemedik ama Roma’nın güzel manzarasını seyredebilmek
için bilet alarak bir kısmını asansörle ve bir kısmını yürüyerek Anıtın en
üstüne kadar çıktık.
Venedik
meydanından, Via del Corso boyunca yürüdüğünüzde ulaşacağınız meydan ise Roma'nın
en ünlü toplanma meydanı olan Piazza Del Popolo’dur. Meydanın tam ortasındaki
Mısır dikili taşında firavun Ramses II' ye övgüler bulunmaktaymış.
Meydanı
süsleyen iki çeşme ise, Neptün Çeşmesi ve Obelisk Çeşmesi’dir. Trafiğe kapalı
bir meydan olan Popola Meydanındaki İkiz Kiliseler birbirinin aynısı gibi
görünse de küçük farklılıkları varmış.
Basilica
San Giovanni in Laterano’yu gezdik. Ancak Michelangelo tarafından yapılan Musa heykeli ve
II. Julius’un mezarının da bulunduğu San Pietro Vincoli Bazilikasını
restorasyon nedeniyle gezemedik.
Biraz
hislerimize güvenerek ve biraz da yürüyen turistleri takip ederek bir anda
kendimizi Trevi Çeşmesinde bulduk. Oldukça heybetli ve son restorasyondan
dolayı parlamış gözüküyordu. Trevi Çeşmesi (Fontana di Trevi) ya da daha çok bilinen
adıyla Aşk Çeşmesi Roma’nın en ünlü yapılarından birisidir.
Trevi
Çeşmesi'nın tarihi, İmparator Augustus döneminde başlar. Çeşmenin yapımı, su arayan askerlere su
kaynağının yerini gösteren bir kızın efsanesine dayanmaktadır. İmparator Augustus'un damadı Agrippa, akan suyu Vergine su kemeri ile Pantheon'a kadar ulaştırmış. Nicolò
Salvi tarafından yapılan bu çeşme, 8. yüzyılda, 12. yüzyılda V.
Niccolo tarafından ve 15. yüzyılın
ortasında 4. Paolo tarafından restore edilmiştir. 1998'de
büyük bir düzenleme geçirmiş, temizlenmiş ve su sistemi de yenilenmiş. En son
restorasyon ise 2015 yılının sonunda tamamlanmıştır.
Trevi
Çeşmesinin üzerinde birçok heykel görüyoruz. Trevi Çeşmesinin genel ifadesini
deniz vermektedir. Klasik ve Barok
karışımı bu çeşmede deniz kabuğu şeklinde bir at arabası, arabayı çeken
denizden çıkan kanatlı atlar ve arabada bulunan mitolojik deniz tanrısı,
görünümün ana konusunu oluşturmaktadır. Çeşmenin orta kısmında 2 Triton’un
çevrelediği bir Neptün figürü bulunuyor. Tritonlardan biri huysuz bir
denizatını dizginlemekte diğeri ise daha sakin olan deniz atını sürmektedir.
Yaşlı ve sakallı triton (ki bunun Sokrates olduğuna inanılıyor) tarafından
yönetilen sakin ve uysal at akılcı aşkı temsil etmekteymiş. Genç ve güzel
triton (Phaidros) tarafından yönetilen asi ve hırçın at ise bedensel ve vahşi
aşkı temsil etmekteymiş. Bunlar denizin 2 zıt halini simgelemektedir. Neptün'ün
iki yanında bulunan tanrıçalar ise bereket ve sağlık tanrıçalarıymış. Çeşmenin
sağındaki rölyefte su kaynağını keşfeden bakire Acqua Vergine betimlenmiştir.
Trevi
Çeşmesinin bu kadar ünlü olmasının bir nedeni de çeşmeye dilek dileyip bozuk
para atılmasıdır. İnanışa göre kim dilek diler
ve sağ eli ile sol omzunun üzerinden çeşmeye bozuk para atarsa o kişinin dileği
gerçekleşir ve Roma’ya tekrar gelirmiş. Biz de ritüeli bozmadık ve paralarımızı
atıp dileklerimizi diledik.
Trevi
Çeşmesinin etrafı çok kalabalıktı. Çok fazla kalamadık ve yola koyulduk. Yine
biraz kalabalığa takılarak bir meydana geldik. Burada da bir çeşme vardı. Zaten
Roma adım başı karşınıza çıkan meydan ve çeşmelerle dolu bir şehir. Bu çeşmeyi
önce Dört Nehir Çeşmesi sandım ama Ayşe
ısrarla daha görkemli bir çeşmenin olması gerektiğini söyledi. Burada biraz
dinlenirken dışardan ne olduğunu tam anlamadığımız katedral benzeri bir binaya
insanların girdiğini gördük. Biz de görmek için binanın içine girdiğimizde buranın
Pantheon olduğunu anladık.
Panteon,
Antik Roma döneminden kalan bir tapınaktır. Günümüzdeki Pantheon aynı
yerde yapılmış olan üçüncü yapıdır. Önceki iki yapı yangınlarda tahrip olmuş ve
üçüncüsü iyi bir şekilde korunarak günümüze ulaşmıştır.
“Tüm tanrıların
tapınağı" anlamına gelen Panteon ilk olarak Antik Roma'nın tüm tanrıları için M.S.
118 – 125 yılları arasında tapınak olarak inşa edilmiş bir yapıdır. Binanın
tasarımı genellikle Trajan'ın
mimarı Şamlı Apollodorus'a
atfedilir ancak imparator Hadrianus veya onun mimarlarına ait
olması muhtemeldir. İmparator Hadrian tarafından yaptırılma amacının
Augustus’un arkadaşı ve komutanı Marcus Agrippa’nın M.S. 80 yılında yanan
Pantheon’unun yerine geçmek olduğu söylenmektedir. Yapının giriş kısmında
Latince yazılmış Marcus Agrippa’ya ithaf edilen bir yazı görülebilir. Yazıda
“M. Agrippa, Lucius’un oğlu, üç kez konsül olan kişi yapmıştır” yazmaktadır.
7. yüzyıldan bu yana Hıristiyan kilisesi olarak kullanılan Panteon Roma'daki en eski beton kubbeli
binadır. Tepesinde daire biçiminde boşluk vardır. İlk başta içerisinde pagan
tanrı heykelleri varken, kilise tarafından bu heykeller yok edilmiş ve Panteon
da bir katolik kilisesi haline getirilmiş. Yapı, 609 yılında Bakire Meryem Kilisesi
olarak kutsanmış ve bu nasıl böyle iyi korunmuş bir bina olduğunu bize açıklayabilir.
Panteon’u
böyle etkileyici kılan en önemli özellik hiç şüphesiz ki eşsiz mimarisidir.
Arklar sekiz kısımda biter, kubbe ise farklı arklar tarafından
desteklenmektedir. Binanın ağırlığını kaldırmak için bu arklardan
faydalanılmış. Binanın girişinin iki kısmında Augustus ve Agrippa’nın
heykelleri bulunmaktadır.
Çapı
43,3 m olan kubbenin yapımında Romalılara özgü bir beton kullanılmıştır.
Kubbenin ortasında Latince'de ''göz'' anlamına gelen Oculus adında bir delik bulunmaktadır. 8
metre genişliğindeki bu delik hem içeriyi aydınlatmak hem de tapınaktakilerin
gökyüzünü izlemelerini sağlamak amacıyla yapılmış ve bir rivayete göre öyle bir
tasarlanmış ki yağmur yağdığı zaman kubbenin ortası açık olmasına rağmen
içeriye yağmur girmezmiş. Ancak bu rivayetin aslı bulunmuyor tabi ki. Bu kadar geniş
çaplı bir kubbenin betondan yapılması da o günün teknolojisiyle hala bir soru
işaretidir.
Panteon
kavramı bugün içinde meşhur kimselerin gömülü olduğu anıtlar için kullanılmaktaymış.
Geçmişte de Panteon aynı zamanda krallar, ressamlar ve mimarların mezarlarının
bulunduğu bir yer olmuş. Mihrabın solundaki şapelde Rönesans sanatçısı
Raffaello bir Roma lahdinde gömülüdür.
19.
yüzyıl Kraliçesi Margherita eşi Kral I. Umberto ile başka bir şapelde
yatmaktadır. Rotundanın (daire şeklinde kubbeli bina veya oda anlamındadır)
karşı tarafında birleşik İtalya’nın ilk kralı olan II. Vittorio Emanuele’nin şapeli
de bulunmaktadır.
Burayı
da gezdikten sonra aynı yönde yürümeye devam ettik. En nihayet Navona Meydanına
ulaştık. Kanımca Roma’daki en etkileyici meydandı. Bunda tabi ki Bernini’nin
heykellerinin etkisini de unutmamak lazım. Elips biçimindeki meydanın bulunduğu
bu alanda daha önce İmparator Domitian tarafından M.S 1. yüzyılda yaptırılan
bir stadyum yer almaktaymış. 30.000 kişi kapasiteli olan bu stadyumun yıllar içinde yıkılması sonucunda Papa X. Innocent (1644-1655) bölgenin yeniden
düzenlenmesini istemiş ve böylece Navona Meydanı hayat bulmuş.
Meydanda
yer alan 3 çeşmenin en ünlüsü ise Dört Nehir Çeşmesi olup 1651 yılında Gian Lorenzo Bernini tarafından
Papa Innocent X için yapılmıştır. Dört Irmak Fıskiyesi (Fontana dei
Quattro Fiumi), bir başyapıt olmasının yanı sıra politik bir kinaye anlamı da
taşır. Bir anlatıya göre Bernini'nin ırmak tanrılarından biri Sant'Agnese in
Agone (yetenekli bir sanatçı olmasına karşın politik açıdan zayıf olan rakibi
Francesco Borromini tarafından yapılmıştır)'ye yüz çevirir.
Çeşmenin
tasarımı bir yarışma sonucunda belirlenmiş olup ismi dört kıtadaki dört nehrin
dört tanrısından gelir. Bu nehirler şunlardır: Afrika’daki Nil, Asya’daki Ganj,
Avrupa’daki Tuna ve Amerika’daki Plata’dır. Çeşmenin ortasında yer alan
dikilitaş Roma döneminden kalmadır. Üzerinde İmparator Vespasianus, Titus ve
Domitian’ın adlarının hiyeroglifleri bulunur.
Domitian Stadyumu 2000 yıl önce yapılmış olsa
bile stadyum şeklini meydanda halen görmek mümkün oluyor. Bugün meydanın
yayalara ayrılmış olan kısmı stadyumun oyun alanını, etrafındaki binalar ise
stadyumun tribünlerini oluşturuyormuş. Bunu meydandayken hayal edebiliyorsunuz.
Çeşmenin hemen arkasında Sant Agnese in Agone
Kilisesi yer alıyor. Roma’nın en ünlü kiliselerinden olan San Luigi dei
Francesi binaların arkasında yer alıyor. Navona Meydanı’nın etrafında yer alan
binaların çoğu 16 ve 17. yüzyıllardan kalma olduğundan seyrine doyum olmuyor.
Artık o
günkü yoğun programımızı tamamlamıştık ve yemek için yer aramaya başladık.
İkimize de sevimli gelen ve insanların daha çok olduğu mekanlara bakmaya
başladık. Elimizde adresler vardı ama onları arayıp bulacak enerjimiz
kalmamıştı.
Hislerimize
güvenerek oturduğumuz bir pizzacıdan oldukça memnun kaldık. Başlangıç olarak
domatesli kızarmış ekmek getirdiler. Sanırım içerisine fesleğen de konulmuştu.
Çok acıkmış olduğumuzdan daolabilir bize çok lezzetli geldi. Sonra salata,
pizza ve içeceğimiz geldi. Margarita pizzalarımızın hamuru oldukça
inceydi. Menü şeklinde olduğundan kişi
başı toplam 12 Euro ödedik. Sonra yürüyerek geldiğimiz yolu yürümeye ve
dükkanlara bakmaya başladık. Kukla eşya satan bir dükkanın yanında sanırım
çocuklar için konulmuş bir pinokyo gördük ve biz de bir çocukluk yaparak hatıra
fotoğrafı çektirmek istedik. Bakar mısınız ne kadar mutlu olduğumuz yüzümüzden
okunuyor!
Roma’daki 3. Günümüzde Galleria Borghese’i gezeceğiz.
Daha çok yer gezebilmek için sabahın en erken saatine (09-11) rezervasyon
yaptırmıştık. Sabah erkenden kalktık. Kahvaltı yapacağımız cafe sabah 7’de
açılıyor. Neredeyse biz de o saatte oradaydık. Kahvaltımızı yapıp hemen
metroyla en yakın durakta indik. Çok güzel ağaçlıklı bir yoldan uzun süre
yürüdük. Sonradan öğrendik ki burası Müzenin bulunduğu 1700 dönümlük alan ile
şehrin en geniş alanı olan Villa Borghese Parkıymış. Villa Borghese Parkında çok
güzel bahçeler, çeşmeler, heykeller, korular ve yürüyüş yolları ile bir su
saati yer almaktaymış.
Bu Parkta Giardino del Lago (Gölün Bahçesi) ve
Art Nouveau tarzındaki Fontana dei Fauni (Yarı İnsan Yarı Keçi Orman Tanrısı
Çeşmesi dikkat çekici noktalar arasında yer alıyormuş. Pincio bahçeleri ise
parkın özel alanlarından birisiymiş. Aynı zamanda burada National Geographic
sponsorluğunda kurulmuş bir hayvanat bahçesi varmış. Villa Borghese'nin diğer
kısmında ise Roma Modern Sanatlar Müzesi varmış. Biz vaktimiz sınırlı
olduğundan sadece Müzeye giderken ve dönerken Parkın içini görebildik. Ama
sakın bunu küçümsemeyin neredeyse 5 km yol yürüdüğümüzü söyleyebilirim. Ancak
çok güzel ve huzurlu bir yer olduğunu bu yürüyüşle anladık diyebilirim.
Müzeye girerken çantaları emanete bıraktık
ancak görevlinin uyarmasıyla fotoğraf makinamı yanıma aldım. Flaşsız çekim
yapılabiliyormuş. Buna çok sevindim tabi ki. Müze çok küçük olmasına rağmen
gördüğümüz eserleri tekrar tekrar görme isteği uyandırıyor.
Müze iki
bölüme ayrılmış; zemin katta heykel koleksiyonu
(Museo Borghese) ile üst
kattakiresim galerisidir (Galleria Borghese).
Villa
Borghese, Papa V. Paul’un yeğeni olan Kardinal Scipione Borghese’ye (1577-1633)
ait olan resimleri ve heykelleri sergilemek için yapılmış. Bina mimar Flaminio Ponzio tarafından yapılmıştır. Scipione,
genç Bernini’nin ilk işvereni olup heykellerine
Müze’de yer vermiştir. Caravaggio’nun eserlerini ise tutkulu bir şekilde toplamıştır. Diğer
eserler Titian, Raphael, Rubens ve Barocci gibi sanatçılara aittir. Müzenin içi hiç bir eser olmasa bile çok etkileyici
ve öyle güzel tasarlanmış ki, sadece tavan ve duvar işlemeleri bile gezip
görmeye değer. Dıştan görüntüsü de oldukça etkileyici.
Buradan
ayrılarak İspanyol merdivenlerini görmeye gittik. Ancak bizi kötü bir sürpriz
bekliyordu. Merdivenleri restorasyona almışlardı ve sadece yan tarafında küçük
bir kısmı iniş ve çıkışlar için kullandırıyorlardı. Çok da büyük bir kayıp
değildi aslında. Görenlerin önemli olmadığı konusunda hemfikir olduğu bir yer
burası.
138 basamaktan oluşan bu merdivenler Avrupa’da
yapılmış en uzun merdivenler imiş. 1723-1726 yılları arasında mimarlar Alessandro Specchim ve Francesco
De Sanctis tarafından Kral XV. Louis için tasarlanan İspanyol Merdivenleri’nin
yapım amacı üst bölümünde yer alan Trinita dei Monti Kilisesi’ne meydandan
ulaşım sağlamakmış. Spagna Meydanı Rönesans döneminde yazarların, sanatçıların
buluşma noktasıymış. Önce Monti Kilisesinin adı verilse de sonrasında İspanya
elçiliği nedeniyle İspanya Meydanı (Piazza di Spagna) adını almış.
Merdivenleri
tırmandık ve yukarıda gözüken Trinita dei Monti Kilisesi’ne ulaştık. Kilisenin
içini gezdik. Burası oldukça yüksek olduğundan Kilisenin önünden şehri
seyretmek çok keyifliydi
Sonra
tekrar İspanyol Merdivenlerinin yan tarafından meydana indik ve merdivenlerin
önündeki ' Fontana della Barcaccia ' adı verilen tekne şeklindeki çeşmeyi
gördük. Çeşme 1627-1629 yıllarında
Pietro Bernini tarafından yapılmış ve 'Çirkin Gemi' ismiyle de
anılmakta imiş. Yapılış amacı, Tiber Nehrinde 1598'de meydana gelen sel
felaketini bir botla temsilen göstermekmiş.
Vakit epey ilerledi ve programımızda biraz
geciktik. Hızla bir sonraki gezi durağımız için yola koyulduk. Şimdiki
hedefimiz Tivoli Bahçeleri.
Tivoli,
Roma’ya yaklaşık 50 dakika uzaklıkta olan görkemli çeşmeleriyle gezeceğimiz Villa
D’este ve İmparator Hadrian’ın villasının bulunduğu küçük bir kasabadır. Ponte
Mammolo metro istasyonundan aldığımız yaklaşık 5 €’luk otobüs gidiş-dönüş
biletiyle harika zaman geçirdik. Otobüsler her 15 dakikada bir çalışıyor. Piazza
Giuseppe Garibaldi yakınındaki durakta inerek, Villa’ya kolayca ulaştık Villa
D’este’ye 8 € giriş biletinin yanında
küçük bir harita da veriyorlar.
Burası 1500’lü yıllarda, Roma’da başarılı
olamayan kardinal Ippolito II d’Este tarafından yaptırılmıştır. UNESCO Dünya kültür
mirası listesinde bulunan villa, zengin freskler ve kabartmalarla süslüydü. Ancak
asıl ilgimizi çeken, çeşitli çeşmeler ve havuzlarla zenginleştirilmiş bahçesi
oldu. Pirro Ligorio ve Bernini gibi sanatçılar planlarını oluşturmuş.
Tivoli
altında 600 metre tünel inşa edilerek su temin edilmiş ve Peterhof ‘daki saray
gibi hidroloji teknikleri kullanılmış olup Villanın en ilgi çeken yeri Fontana
dell’Organa olmuş. 10.30 da kapakları açılan bu çeşmeden org dinletisi
yapılmaktaymış. Her iki saatte bir tekrar ediliyormuş ama biz bu saati yakalayamadık.
Fontana della Civetta’da ise saat 10.00 da başlayıp her iki saatte bir kuş
sesleri dinletisi yapılmaktaymış.
Son
derece huzurlu ve sakin bir yer. Tam gezmeyi bitirdik ki yağmur başladı. Burası
oldukça yüksek bir konumda ve bu yüzden eminim yağmuru eksik olmuyordur. Yine
de çok şanslıyız bütün bahçeyi gezebildik. Buradan ayrıldık ama yağmurdan
dolayı yürümek ne mümkün. Hediyelik eşya satan bir dükkana girmiştik ve
kadıncağız dışarıda sergilediği eşyaları içeri taşıma telaşındaydı. Bizim de
elimize mi yapışacaktı üçümüz birlikte eşyaları içeri taşıdık. Kadıncağız
yardımlaşmamızdan dolayı çok memnun oldu.
İtalyanları bize çok benzettim. Özellikle taşraya gittikçe bu benzerlik
daha çok ortaya çıkıyor. Kendimi en rahat hissettiğim, yediğim içtiğimden
rahatsız olmadığım ülke burası oldu.
Yağmur
biraz hızını azaltınca elimizdeki tek şemsiyenin altına sığınıp şehrin
sokaklarını gezmeye çalıştık. Daracık sokakları, eski ama iyi korunmuş binalarıyla
Tivoli bize çok sevimli ve sıcak gözüktü. Gezerken alışveriş yapma fırsatımız
da oldu. Güzel şişe kapakları beğendik ve hem kendimize hem de arkadaşlarımıza
pek çok şişe kapağı aldık. Dükkandaki kız o kadar kapağı hiç erinmedi ve
hepsini tek tek paket yaptı. İşte yine güleryüzlü bir İtalyan!
Otobüsler
sık olduğundan çok beklemeden hemen Roma’ya dönmeyi başardık. Akşam yemeği için
bu sefer makarna yemeye karar vermiştik. Ayşe’nin Roma kitabında
ristorantelerin daha pahalı olduğu ve aile işletmelerinin fiyat olarak daha
makul ve lezzetli yiyecekler sundukları yazılıydı. Bu yüzden kitaptan gördüğümüz
ve adını Anton olarak hatırladığımız bir aile işletmesini bulduk. Burada önce
enginar kızartması denemeye karar verdik. Gerçekten lezzetli olmuştu. Zaten kızartılan
her şey ayrı bir lezzete bürünüyor. Sonrasında yerel mantarlarıyla yapılmış
soslu bir ev makarnası yedik. Artık lezzetini tarif edemiyorum. Bugünü de
tamamladık ve doğruca otelimize gittik. Ertesi gün Vatikan gezimiz olacaktı ve
oldukça yoğun bir gün geçirecektik.
Vatikan
gezimizi ayrı bir günlükte aktarmaya karar verdik. Vatikan gezimiz sonrasında
oraya çok yakın konumda olan Castel Sant Angelo’yu görmek istedik. Mausoleum of
Hadrian veya daha çok bilinen adıyla Castel Sant Angelo, Roma’nın en önemli
tarihi yapılarından biriymiş. Silindirik ve görkemli bir yapı olan Kale, adını
Papa Büyük Gregorius’un burada Melek Mikail’i gördüğü rivayetine dayanıyormuş. Yapı,
M.S. 139 yılında önce Hadrianus ve ailesinin mozolesi olarak yapılmış, daha
sonra İmparator Aurelianus’un yaptırdığı kent duvarlarına dâhil edilmiş,
Ortaçağ’da kaleye dönüştürülmüş, bir süre de hapishane olarak kullanılmış ve
siyasi karmaşa dönemlerinde papaların ikametgâhı olmuş. Fatih Sultan Mehmet’in
oğlu Cem Sultan da burada esir tutulanlar arasında yer almış.
Kale ile
Vatikan arasında yer alan gizli geçiş ile papaların güvenliği sağlanmak
istenmiş. Vatikan Koridoru adı verilen bu bölüm Vatikan Sarayı’ndan Castel Sant
Angelo’ya dek uzanıyormuş. Bu koridor, 1227 yılında papanın tehlike anında
kaçışı için özel olarak inşa edilmiş.
Castel
Sant Angelo günümüzde Museo Nazionale di Castel Sant Angelo’ya (Sant Angelo
Kalesi Ulusal Müzesi) ev sahipliği yapmaktaymış. Müzenin içindeki Sala delle
Urne bölümünde ölü küllerinin saklandığı kaplar görülebiliyormuş. İmparator
Hadrian ve ailesinin külleri de bir zamanlar burada bulunsa da şu an nerede
olduğu bilinmemekteymiş.
Kalede
yer alan VI. Alexander Merdivenlerini, Perino del Vaga’yı ve Pellegrino
Tibaldi’nin göz alıcı freskleriyle (1544-7) süslenmiş Sala Paolina’yı gezerek
en son Terrazzo dell’Angelo’da (Melek Terası) büyük, bronz St. Michael
heykelinin güzel görüntüsü altında Vatikan ve Tiber Nehri’nin panoramik
manzarasını seyrettik. Bu bölümde yer alan Bronz Melek Heykeli, 18. yüzyıl
Flaman heykeltıraşı olan Pieter Verschaffelt’e aitmiş.
Kalenin
önünde Roma'nın tek araç trafiğine kapalı köprüsü Ponte Sant Angelo (Hadrian
Köprüsü) yer alıyor. Hadrian Köprüsü, Roma’da bulunan en güzel köprüler
arasındaymış. Köprünün yan yüzeyleri traverten olup Ponte Sant'Angelo'daki heykeller öncesinde Raphaell
tarafından yapılmış ve daha sonra heykeller Bernini'ye zamanın Papa'sı
tarafından yeniden yaptırılmış. Tiber Nehri’ni 3 kemer ile geçen köprü Castel
Sant Angelo ile seyre değer bir manzara oluşturuyor.
Burayı
gezdikten sonra çok yorgun olduğumuzu hissettik. Roma’da henüz gezemediğimiz
Trastevere bölgesini ararken güzel bir cafede oturup dinlenme fırsatı bulduk. Haritada
çok yakınmış gibi gözüken bölgeye ulaşmak için neredeyse bir saate yakın
yürümek zorunda kaldık.
Burasının
Roma’nın elit tabakasının yaşadığı bölge olduğu söyleniyor. Ferzan Özpetek’in
evinin bu bölgede olduğunu okumuştuk ve bu nedenle arkadaşım Ayşe’nin onu görebilme
hayaliyle uzun süre sokaklarda dolaştık. Sonrasında bu bölgede bizim meyhanelere
benzer küçük bir mekan bulup oturduk. Masa örtüleri çok sevimliydi ve
duvarlarında fotoğraflar asılıydı. Burada da bira eşliğinde nefis bir pizza
yedik. Bu yemek için yaklaşık 15 Euro ödedik.
Haritadan
bulduğumuz en yakın metro durağına yürümeye başladık. Vakit ilerlediğinden
ortalık biraz ıssızlaşmıştı. Ben de gördüğümüz bir otobüs durağından otobüse
binmeyi teklif ettim. Durakta gelecek otobüslerle ilgili bir panoda bilgi
veriliyor. Termini’de inmek üzere en kısa sürede gelecek otobüsü belirledik.
Bindiğimiz otobüs çok eski ve bizim belediye otobüslerine benziyordu. Hoplata
zıplata bizi Termini’ye götürdü. Orada hemen metro istasyonuna koştuk çünkü
metro seferleri sona ermek üzereydi. İstasyona geldiğimizde bariyerleri
indirdiklerini gördük. Ancak arka tarafta insanlar bekliyordu. Bizi İtalyan
zannederek istasyona nasıl geçeceğimizi soran birkaç adam sonra bize işaret
ederek açık kapıyı gösterdiler. Belki hayatımızın en hızlı koşusunu yaptık.
Çünkü hemen sonra gelen tren günün son treniydi ve onu kaçırdığımız zaman
yukarı çıkıp taksiyle otelimize gitmek zorundaydık. Bu da hem zaman hem de para
kaybı anlamına geliyordu. Ertesi gün ise erkenden yollara düşüp Pisa’ya
gidecektik. Neyse ki yine iyi niyetli insanlar sayesinde metroya binmiş ve bu
macerayı da güzel bir anı olarak hafızamıza atmıştık.
Böylece Roma’yı
son güne bıraktığımız Santa Maria
Maggiore Kilisesi dışında istediğimiz gibi gezmiş olmanın huzur ve mutluluğuyla
doluyduk. Ertesi gün artık yeni şehirlere doğru yolculuğumuz başlayacaktı.
Otelimize dönüp dinlenmeli ve sabah en erken metro trenine binerek Pisa trenine
bineceğimiz Termini İstasyonuna gitmeliydik.
Pisa,
Lucca, Floransa ve Siena şehirlerindeki gezilerimiz de ayrı bir günlük olarak verilecektir.
Biz ise gelelim Roma’daki ve İtalya’daki son günümüze. Sabah erkenden kalktık
ve valizlerimizi yolculuğa hazır hale getirdik. Sonra son kahvaltımızı yapmak
üzere cafe’ye gittik ve o güzelim ballı kruvasanları yedik, kahvelerimizi
içtik. Sonrasında tek kullanımlık bilet alarak metroya binip Termini
İstasyonunda indik. Santa Maria Maggiore
Kilisesi Termini İstasyonuna çok yakın bir konumda yer alıyor.
Santa
Maria Maggiore’nin, farklı mimari tarzların bir arada kullanımı konusundaki en
başarılı örneklerden birisi olduğu söylenmektedir. Efsaneye göre bir gece
Bakire Meryem papanın rüyasına girmiş ve ona yeni bir kilise inşa etmesini,
yeni kilisenin inşa edileceği yeri ise karla işaretleyeceğini söylemiş.
Gerçekten de yaz günü olmasına karşın Esquiline Tepesi’ne kar yağmış ve bunun
üzerine papa da bu bölgeye M.S 356 yılında kiliseyi yaptırmış.
Kilisenin
nef ve nef mozaikleri 5. yüzyıl tarihli orijinal mozaiklerdir. Cosmati
işçiliği, apsis mozaikleri ve Romanesk çan kulesi Ortaçağ’dan kalmadır. Santa
Maria Maggiore Kilisesi Ortaçağ boyunca çeşitli yenilemelerden geçirilmiştir.
Kilisenin tavanı İspanya Kraliçesi Isabella’nın papaya hediye ettiği altın
yaldız ile kaplanmıştır.
Kilisenin
önünde yer alan Piazza dell’Esquilino Dikilitaşı ise hacılara yol göstermesi
için Papa V. Sixtus tarafından dikilmiştir. Papa V. Paulus Borghese için
Flaminio Ponzio tarafından yaptırılan (1611) şapel Cappella Paolina, Jacopo
Torriti’nin apsisteki muhteşem mozaiklerinden olan Bakire’nin Taçlandırılması
(1295), Cosmati mermer işçiliği ile yapılan Kardinal Rodriguez’in Mezarı
(1299), Domenico Fontana’nın Papa V. Sixtus (1585-90) için yaptığı mezarın yer
aldığı şapel, kilisedeki en önemli
bölümlerdendir. Her yıl 5 Ağustos tarihinde insanlar kutlamalar için toplanıyor
ve kilisenin kubbesini çevreleyen galeriden beyaz gül yaprakları atılarak
kilisenin kuruluşu anılıyormuş.
Kilisenin
tabanında mermer üzerine burçların resimleri çizilmiş ve ayrıca sanırım bir
takvim oluşturmak için matematiksel çeşitli hesaplar yapılmış. Dini bir binanın
içinde bunları görmek bana ilginç geldi.
Kilisenin
giriş kısmında bir de klasik arabaların sıralandığı bir bölge vardı. Sanırım
insanlar bu arabaları özel günleri için kiralıyorlar olsalar gerek. Biz yanlarında durup poz verdik.
Artık
dönüşe geçmenin zamanıdır diyerek otelimize döndük. Eşyalarımızı alarak Termini
İstasyonuna geldik. Burada hazır bekleyen bir TAM otobüsü vardı ve bizim de
dönüş biletimiz hazırdı. Havaalanına tam vaktinde gelerek uçağımıza bindik.
Roma
seferimiz sona erdi. İtalya’yı ikimiz de çok sevdik ve tekrar gelmek için de
bütün ritüelleri gerçekleştirdik. Umarım en kısa sürede başka şehirlerini
görmek için İtalya’ya gidebiliriz.
Gezgin: Gülten İŞÇİMEN
Uygarlığın beşiği, tarihi dokusu en iyi korunmuş şehirlerden birisi olan Roma'da dolaşmak açık hava müzesinde gezmek demek.
Can arkadaşım Ayşe’yle bir yıl önce promosyon uçak biletlerimizi aldık ve gezimizi planlamaya başladık. Seyahatin en güzel kısımlarından birisi seyahati planlamak oluyor. Gezeceğin yerlerle ilgili kitaplar, bloglar ve gezi yazıları okudukça daha çok heyecanlanıyorsun. Yurt dışı deneyimlerimize güvenerek booking.com’dan Roma ve Floransa için otel rezervasyonlarımızı da yaptık. Yeri gelmişken söyleyeyim ki bu otellerin merkezi olması, temiz olması ve özel banyosunun olması bizim için çok önemliydi. Roma‘da 6 gece için gecelik 3,5 Euro şehir vergisi dahil 129 Euro ve Floransa'da bir gece için yine vergi dahil 33 Euro iptal imkanı olan otel rezervasyonu yaptık.
.
Burayı da gezdikten sonra aynı yönde yürümeye devam ettik. En nihayet Navona Meydanına ulaştık. Kanımca Roma’daki en etkileyici meydandı. Bunda tabi ki Bernini’nin heykellerinin etkisini de unutmamak lazım. Elips biçimindeki meydanın bulunduğu bu alanda daha önce İmparator Domitian tarafından M.S 1. yüzyılda yaptırılan bir stadyum yer almaktaymış. 30.000 kişi kapasiteli olan bu stadyumun yıllar içinde yıkılması sonucunda Papa X. Innocent (1644-1655) bölgenin yeniden düzenlenmesini istemiş ve böylece Navona Meydanı hayat bulmuş.
Çeşmenin hemen arkasında Sant Agnese in Agone Kilisesi yer alıyor. Roma’nın en ünlü kiliselerinden olan San Luigi dei Francesi binaların arkasında yer alıyor. Navona Meydanı’nın etrafında yer alan binaların çoğu 16 ve 17. yüzyıllardan kalma olduğundan seyrine doyum olmuyor.
Roma’daki 3. Günümüzde Galleria Borghese’i gezeceğiz. Daha çok yer gezebilmek için sabahın en erken saatine (09-11) rezervasyon yaptırmıştık. Sabah erkenden kalktık. Kahvaltı yapacağımız cafe sabah 7’de açılıyor. Neredeyse biz de o saatte oradaydık. Kahvaltımızı yapıp hemen metroyla en yakın durakta indik. Çok güzel ağaçlıklı bir yoldan uzun süre yürüdük. Sonradan öğrendik ki burası Müzenin bulunduğu 1700 dönümlük alan ile şehrin en geniş alanı olan Villa Borghese Parkıymış. Villa Borghese Parkında çok güzel bahçeler, çeşmeler, heykeller, korular ve yürüyüş yolları ile bir su saati yer almaktaymış.
Müze iki bölüme ayrılmış; zemin katta heykel koleksiyonu
(Museo Borghese) ile üst kattakiresim galerisidir (Galleria Borghese).
Vatikan gezimizi ayrı bir günlükte aktarmaya karar verdik. Vatikan gezimiz sonrasında oraya çok yakın konumda olan Castel Sant Angelo’yu görmek istedik. Mausoleum of Hadrian veya daha çok bilinen adıyla Castel Sant Angelo, Roma’nın en önemli tarihi yapılarından biriymiş. Silindirik ve görkemli bir yapı olan Kale, adını Papa Büyük Gregorius’un burada Melek Mikail’i gördüğü rivayetine dayanıyormuş. Yapı, M.S. 139 yılında önce Hadrianus ve ailesinin mozolesi olarak yapılmış, daha sonra İmparator Aurelianus’un yaptırdığı kent duvarlarına dâhil edilmiş, Ortaçağ’da kaleye dönüştürülmüş, bir süre de hapishane olarak kullanılmış ve siyasi karmaşa dönemlerinde papaların ikametgâhı olmuş. Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem Sultan da burada esir tutulanlar arasında yer almış.
Teşekkürler Gültencim...
YanıtlaSilElinize Sağlık. Gerçekten çok bilgilendirici bir yazı olmuş.
YanıtlaSilYakından takip ettiğimiz bir blogger olarak sizin beğenmenizden çok memnun olduk. Teşekkürler
Sil