Gezgin: Hürol SİPAHİOĞLU
Yakın zamanların belki de en aykırı kralının
masalsı dünyasına doğru bir gezi
olacak bu yazımız. Münih’e veya Bavyera’nın herhangi bir yerine, hatta belki de
Almanya’ya yapacağınız gezilerin
olmazsa olmazı diyebileceğim kadar
güzel, farklı, ilginç ve bir şekilde
hüzünlü…
Sizi, Bavyera Krallığı içinde, biraz da Lady Diana gibi sansanyonel bir
ikon olmuş Kral II Ludwig’in saraylarına götüreceğim bu yazıda. Hükümdarlığı siyasi açıdan çok başarılı kabul edilmese de, kişiliği,
kendisi ile yükümlülükleri arasında kalmışlığı, masalsı dünyası ve yaptırdığı şatoları
ile efsanesi diğer tüm Bavyera
krallarından çok biliniyor. Tabii ayrıca sinema severler, Luchino Visconti’nin
1973 yılı yapımı 4 saatlik filmi ‘Ludwig’den de Kralın öyküsüne aşina olabilirler.
Ayrıca çocukluğumuzdan hayal meyal aklımızda kalan Walt Disney’in logosundan tanıdığımız o şato
silüetini gerçek hayatta görmek bile başlı
başına nostaljik bir keyif.
II Ludwig, 3 tane şato yaptırmış, bunlar
Linderhof, Neuschwanstein ve Herrenchiemsee şatoları. Bunlardan sadece Linderhof, II Ludwig hayattayken
tamamlanmış. Ancak bu üç şato da Münih’ten uzakta. Bu şatoların ikisini (Linderhof ve
Neuschwanstein) gezebildim. Herrenchiemsee Şatosu ise, Chiemsee Gölündeki bir ada üzerinde yapılmış; Versailles benzeri bir saray yaptırmak amacıyla
başlanılmış ancak kaynak yetersizliğinden sadece orta bölümü ve parkı tamamlanabilmiş. Ne yazık ki, hem zamansızlıktan, hem mevsimden dolayı
burayı gezemedim.
Bu iki şatoya,
Münih gezim sırasında, tur ile gittim. Greyhound Şirketi yılın her döneminde buraya tur düzenliyor;
tur her sabah 08.30 da Hauptbahnhof’un karşısından başlıyor ve tüm
günü alıyor. Biletler kişi başı 54 Euro, ayrıca iki şato giriş
bileti için 28 Euro ödüyorsunuz. Bu geziyi kendi başınıza daha ucuza da yapabilirsiniz. (Turda 28 Euro olarak alınan iki sarayın giriş
bileti aslında 18,50 Euro tutuyor, oradan düşünün).
YOLDA I ( I LUDWİG, MAXIMILIAN ve II LUDWIG)
Otobüsümüz Münih’in karmaşasını geride bırakıp Bavyera'nın kırsalına doğru yol alırken ben de size biraz II Ludwig ve
Bavyerada hüküm süren Wittelsbach Hanedanlığı ile bilgiler aktarayım.
Kutsal Cermen Roma İmparatorluğu'nun
önemli hanedanlarından Wittelsbach Hanedanlığı; 10. yüzyıldan 1918 yılına kadar Bavyera’da hüküm sürmüş.
Hanedanlık Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun dağıldığı 1806 yılına kadar İmparatorluğun
parçasıymış. 1255 yılında Hanedanlık
ikiye ayrılmış, 1506 yılında ise
tekrar birleşmiş. 1618-1648 yılları arasındaki Otuz Yıl Savaşları'nda Katoliklerin cephesinde yer almış. 1806-1918 arasında ise Bavyera Krallığı olarak hüküm sürmüş. Hanedanlıktan Maximilian ilk Bavyera Kralı olmuş. Bavyera, 1871 yılında kurulan Almanya İmparatorluğunun
ikinci büyük eyaleti imiş.
Münih Gezi Rehberi yazımızda üç hanedan üyesi kralın adı
geçmişti; I. Ludwig, II Maximilain ve II Ludwig… 1825-1848
yılları arasında krallık yapan I Ludwig, antik Yunan dünyasına hayran olduğu için Dünyanın en iddialı antik Yunan ve Roma
heykelleri koleksiyonunu oluşturmuş; Propylaen Anıtı ile Glyptothek ve karşısındaki Antik Eserler Koleksiyonu bunları
görebileceğiniz yerler, Münih
yazımızda ayrıntılar var. Zaten kendisi Münih’i Isar kıyısındaki Atina olarak
isimlendirmiş. I.Ludwig silah ve
ordu için ayırması beklenen mali kaynakları resim ve heykel için harcamayı tercih etmiş ve bu eserleri sergileyeceği görkemli yapılar inşa ettirmiş;
yine Alte Pinokothek ve içindeki resimler, kendisinden geriye kalanlar. Münih’i Avrupa’nın sanat ve kültür merkezi
yapmaya çalışmış ancak sanatla
ilgilenmek dışında da işler yapmış;
Bavyera’nın sanayileşmesine hız
verirken başkent Münih’in modern
halinin ilk taşları onun zamanında
atılmış. Kralın bu eski Yunan yaşamına düşkünlüğü, bir yandan da Osmanlılara karşı Yunanistan’ın bağımsızlığını
desteklemesine neden olmuş, hatta oğlu Otto, Yunanistan’a kral olmuş. Kralın bir ilgi alanı da kadınlarmış, bu ilişkilerini
de oldukça sansasyonel bir şekilde
yaşamış.
Ardılı olan oğlu II Maximilian 1848-1864
yıllarında krallık yapmış, aldığı yüksek eğitimin
de etkisiyle, entelektüel hayata çok önem vermiş, çevresinde sanatçılar ve bilim adamlarını hiç eksik etmemiş ve onları desteklemiş. Bavyeranın liberalleşmesine çok özen göstermiş, basın bağımsızlığına önem vermiş, bilim, teknoloji ve tarih konularında uzmanlaşan bir akademi kurmuş, en önemlisi de dönemin ileri çıkan güçleri olan
Prusya ve Avusturya’ya karşı daha
küçük eyaletleri birleştirmek için
çabalamış. Öncülüne göre daha sade
hayat süren II Maximilian, Bavyeralılık kavramına önem vermiş, bu yaptırdığı eserlere de yansımış; bunun
en önemli örneği de Füssen’de
yaptırdığı ve Bavyera mimari
tarzının en önemli eserlerinden Hohenschwangau Şatosu.
Dönem, Prusya’nın diğer Alman eyaletlerine hakim olmaya çalıştığı,
Napolyon Savaşlarının sürdüğü, Fransa ve Rusya ile sürekli anlaşmazlıkların yaşandığı bir dönem. İşte bu dönemde, bizim yazımızın kahramanı II
Ludwig’in krallık serüveni başlamış. Nymphenburg
Sarayı’nda doğan II Ludwig’in gençliği Hohenschwangau Sarayında geçmiş. Burada babasının entelektüel çevresinde ve
sanatla yoğrulan bir atmosferde II
Ludwig, gittikçe resimler ve heykellerden ibaret bir hayatın içine çekilmiş.
1861 yılında Wagner’in ‘Lohengrin’ operasının
galasına katılmasıyla ömür boyu sürecek bir Richard Wagner hayranlığı başlamış. 1863 yılında Bismarck ile tanışmış;
Bismarck kendisi hakkında hem bir Alman vatanperver hem de Bavyeralı olmayı
önemseyen bir prens demiş… II Ludwig
1864 yılında 18 yaşındayken kral
olmuş. Kendisini etkileyen monarşik değerlerin
19 yüzyılda işlevsiz kaldığını görmek onun ilk hayal kırıklığı olmuş.
Parlamenter düzende yapmak istediği
değişiklikler de parlamentonun yaşlı
üyeleri tarafından engellenince devlet işlerinden
uzaklaşmaya başlamış.
Başkent Münih’ten uzaklaşıp Bavyera kırsalında yaşamaya başlamış, imzalaması gereken belgeleri imzalayıp kendi
dünyasına dönüyormuş. Gittikçe
toplumsal hayattan uzaklaşıp
hayaller ve masallarla dolu kendi iç alemine kapanan II Ludwig, şatolar, kaleler yaptırma hevesine kapılmış. Geceler boyu dağlarda dolaşması, zorunlu
toplantılara katılmaması, iyice yalnızlığını
pekiştirmiş. Bu arada Prusya’nın tacizleri artmış. Savaştan
hiç hoşlanmayan ve gidişatı engelleyemediğini fark eden Ludwig tahtan feragat etmeye karar vermiş. Hükümet üyeleri ise Wagner’i araya sokmuş. Kralın imkanlarını sonuna kadar kullanan Richard
Wagner, Ludwig’i Münih’e dönmeye ikna etmiş. Böylece II Ludwig, Wagner’in etkisi ve Parlamentonun baskısıyla Prusya’ya karşı harekat iznini imzalamış. Sonuç Bavyera için hüsran olmuş. Tabii sorumlu olarak II Ludwig görülmüş. Prusya ile imzalanan antlaşma koşulları
neticesinde 1870 yılında Prusya’nın Fransa ile savaşa girmesinden dolayı, Bavyera’da savaşa sürüklenmiş. Alman ordusunun başarılı
olması, Prusya’nın gücünü artırmış.
Sonuçta II Ludwig, Prusya kralının Almanya hükümdarı olduğunu kabul etmek zorunda kalmış. Ancak bu durum Bavyera’yı Almanya’ya satan kral
olarak tanınmasına yol açmış. II
Ludwig bu yıkımları yaşarken kuzeni
Prenses Sophie Charlotte ile nişanlanmış ama Kralımız ne onunla ne de başka bir kadınla evlenmiş. Hayatında etkili olan kadın ise kuzeni Avusturya
İmparatoriçesi Elisabeth (Sisi) olmuş; bu, platonik bir aşk ile dostluk arasında gidip gelen bir ilişkiymiş.
Kadınlarla pek ilgilenmeyen, yalnız ve melankolik hali gittikçe artan II
Ludwig, hükümranlık sorumluluklarını yerine getiremediği ve hazineyi yaptırdığı şato
ve saraylarla tükettiği bahanesiyle
tepkiler de alıyormuş. Neticede Dr
von Gudden’in başkanlığındaki bir komisyon tarafından hiçbir tetkik
yapılmadan, Kralın ruhsal durumunun, bulunduğu görevi ifa etmesini olanaksız kıldığına dair bir rapor düzenlenmiş
ve kendisi tedavi görmek üzere Starnberg Gölü yakınında bir saraya götürülmüş. Ertesi gün ise yürüyüşe çıkan Dr von Gudden ve II Ludwig gölde ölü
olarak bulunmuş.
Laf lafı açtı ve biz Linderhof Sarayı’na geldik.
II Ludwig hakkında diğer bilgileri şatoları gezerken vereyim. Şimdi sırada Linderhof Sarayı var.
Ama önce belirtmeliyim; Linderhof ve
Nueschwanstein’da resim çekmek yasaktı ancak neyse ki turda bir Japon grup
vardı, bir Japon’a resim çekmek
yasak demek al şu katana kılıcını
harakiri yap demek gibi bir şey,
harakiri yaparlar ama resim çekmekten vazgeçmezler… Bende onların arasına karışıp resim çekmeye çalıştım, Linderhof’ta başarılıydım ama Neuschwanstein’da maalesef tur
rehberleri acımasızdı, bu nedenle özellikle Neuschwanstein’nın içinin
resimlerini internetten bulmaya çalıştım.
LINDERHOF
Ben buraya turla geldim ama illa toplu taşımacılık ile geleceğim diyorsanız, Münih’ten Oberammergau’ya tren
veya otobüsle gelip oradan Ettal üzerinden 9622 numaralı otobüsü kullanabilirsiniz.
Haberiniz olsun bu otobüs o kadar sık işleyen
bir otobüs değilmiş. Linderhof, 30 dakikalık turlarla geziliyor,
kendi başınıza Saraya giremiyorsunuz;
giriş ise kışın 6.50 Euro, yazın ise çevredeki yapılar da
dahil 8.50 Euro, parklar ücretsiz. Linderhof, hergün açık; Martın ortasından
Ekimin ortasına kadar 9-18, Ekimin ortasından Martın ortasına kadar 10-16
saatleri arasında ziyaret edilebilir. (6 ay geçerli Linderhof, Neuschwanstein ve
Herrenchiemsee şatoların ziyaretine imkan veren kombine
bilet ise 24 Euro).
Linderhof, Graswang Vadisinde, Maximilian
II’nin av köşkünün (Köningshauschen) bulunduğu bir yerde, II Ludwig’in çocukluğundan aşina
olduğu bir bölgede. Fransa gezisinde
Bourbon’ların şatafatından çok
etkilenen II Ludwig, Versailles havasında bir yer tasarlamış. 1869 yılında yapımına başlanmış,
bitmesi on yıl sürmüş. Gerçi burası boyut
olarak Versailles yanında, bir kulübe gibi kalır ama şaşaası
hiç de Versailles’ı aratmaz. Siyasetten bunalan II Ludwig’in gerçek dünyadan
kaçacağı görkemli sığınağı
1878 yılında tamamlanır. Sarayın mimarı Georg Dollman. Ön yüzde, Franz Walker
tarafından yapılan hanedanlık arması ile Atlas heykeli göze çarpmakta.
Linderhof’un daha girişinde II Ludwig’in Bourbonlara olan hayranlığı göze çarpar. Giriş bölümünün tavanında Fransa kralı XIV Louis’nin
sembolü olan güneş armasını
görebilirsiniz. Girişin ortasında
da, XIV Louis’nin bronzdan heykeli gelenleri selamlamakta. Bu arada II Ludwig,
Bourbonlarla şöyle bir bağ da kurmuş
olabilir; vaftiz babası olan dedesi I. Ludwig’in vaftiz babası, XIV Louis’miş.
Bu girişten
sonra mermer merdivenlerle yukarı kata çıkılıyor. İlk odamız Müzik Salonu… Bu salonda Heinrich von
Pechmann’ın altın çerçeveli rokoko
pastoral tablolarına goblen işlemeler
eşlik etmekte. Oda da piyano-org
karışımı bir de müzik aleti var, ama
II Ludwig’in müzik yeteneği berbatmış, ben rehberin yalancısıyım. Oda da bir de gerçek
boyutta Sevres porseleni tavus kuşu
var. Yazımız boyunca bol bol tavus kuşları,
kuğular geçecek, alışın.
Müzik Salonundan Sarı Oda ile Kabul Salonuna
geçiliyor. Linderhof Sarayının duvar ve tavan süslemeleri hep altın renk,
sadece Sarı Oda da, süslemeler gümüş…
Bu nedenle Sarayın en fakir odası deniliyor. Saray’da salonları birbirine bağlayan ara odacıklar var; döşemelerde hakim olan sarı, eflatun, gül ve mavi renklerden dolayı
bu isimlerle biliniyorlar.
Kabul Salonu, Christian Jank’ın Kral için özel
tasarladığı farklı bir Bavyera
rokoko tarzında döşenmiş, altın varaklar, yeşil kadifeler, oymalı, işli avize; ortada da Kralın kabul sırasında oturduğu koltuk ve mermer masa, yeşil kadife bir perdelikle çevrelenmiş.
Buradan Eflatun Odaya geçiliyor. Burada bizi XV Louis’nin resmi karşılıyor. İki
yanında da metresleri Düşeş Marie-Anne de Châteauroux ve (Münih’te Alte
Pinakothek’te resmini gördüğümüz)
Madam de Pompadour olarak bilinen meşhur Jeanne Antoinette Poisson ’un resimleri. II
Ludwig’in XV Louis’ye duyduğu hayranlık
bu boyutta yani.
Şimdi ise Yatak salonuna geçiyoruz. 1884 yılında
Kral, Sarayın en büyük odasını yatak odası olarak genişletmeye karar vermiş, Mimar Eugen Drollinder tasarımıyla hazırlıklar
yapılmış. Duvarlardaki altın işlemeler ile
tavandaki Ludwig Lesker yapımı Apollo’nun Arabası resmi dikkat çekici. Odaların
pencereleri, Sarayın bahçesini görecek şekilde
ayarlanmış, mesela Neptün Çeşmesi ve basamaklarla akan derecik buranın
penceresinden görünen manzara.
Buradan da Gül Odaya geçiliyor. Burada da XV
Louis’nin bir başka metresi, Kontes
Jeanne Marie Bubarry’nin resmi var; etrafında Şansölye Augustin de Maupeou ve Dük Cesar Gabriel de Choiseul
bulunmakta. Bu odanın tasarımı da Münih Tiyatrosu yöneticisi Franz Seitz’a
aitmiş.
Ve Yemek Salonu… Oval odanın ortasında asansörlü
bir yemek masası var. Grimm masallarındaki sihirli masa gibi, aşağı
yukarı inip çıkan bir masa; aşağıda mutfakta donatılan masa, asansörle yukarıya
gönderiliyor, böylece II Ludwig muhteşem
yalnızlığını hizmetçileri görmeden
sürdürüyormuş. Çok iyi anlıyorum
kendisini; münzeviliğin insanı içine
çeken bir cazibesi var. Tabii bende yalnızlığı bozacak hizmetçiler sorunu yok, masa o nedenle durduğu yerde duruyor.
Masanın ortasında Meissen porseleni vazo içinde bir çiçek demeti
bulunmakta.
Buradan da Mavi Odaya geçiliyor. Rokoko tarzı ahşap işçiliği, ipek dokumalar yanında Francois Boucher
tarafından yapılan Leda ve Kuğu
tablosu odacığın süsleri. Oradan Yaşam Salonuna varıyoruz. Goblen işlemelerin göz doldurduğu salonda yine gerçek boyutlu porselen bir tavus
kuşu bizi karşılıyor. Siyah mermer şöminenin üstünde beyaz mermerden Theobald Bechler
yapımı Güzeller Heykeli yer alıyor. Tavanda Apollo ve Aurora resmi var.
Duvarlarda da mitolojik öyküler görülebilir.
Buradan da belki de Saray’ın en görkemli salonuna
geçiliyor: Aynalar Salonu… Salon altın çerçeveli bir sürü aynayla dolu ama en
göz dolduran şey Philipp Peron
yapımı 16 kollu fil dişi avize.
Aynalı salonlar 18 yüzyıl Alman saraylarının ana unsuru ama Linderhof
sarayındaki Aynalı Salonun görkemini artıran başka bir çok detay var; tavandaki Venüs’ün doğumu tablosu, duvarlardaki ahşap işçiliği, lacivert taşından yapılmış şömine, gül ağacı mobilyalar, porselen sehpalar ve ortadaki Bavyera Hanedanının armasının
işlenmiş olduğu
masa… Masanın üstündeki Anton Hess yapımı XV Louis’nin mermer heykelciği ise, aynalarda sonsuza kadar yansımakta.
Sarayın kendisi kadar çevresindeki parklar,
anıtlar, yapılar da görülmeye değer.
Ancak tur zamanı yetmediğinden ve
mevsimden dolayı çoğu yer kapalı
olduğundan çevreyi çok gezemedim.
Sarayın doğu ve batı tarafı Fransız
ve İtalyan rönesans tarzındaki
bahçelerle çevrili; gittiğimde ağaç ve bitkiler koruma altına alınmıştı ama havuzlar ve şelalelerle süslü bahçenin güzelliği yine de izlenebiliyordu.
Bahçe içinde görülecek yerlerden biri Mağribi Köşkü…
1877 yılında Karl von Diebitsch tarafından yapılan Köşkün ortasında beyaz mermerden çeşme ve 32 renkli lambadan oluşan bir avize bulunmaktaymış. Ve tabii, Köşkün süksesi açılmış kuyruğuyla bir tavus kuşu şeklindeki tahtıymış…
Venüs Mağarası da II Ludwig’in Wagner’in Tannhâuser operasına atfen George Dollman tarafından yapılan sahte kayalıklardan, yağlı boya resimlerden oluşan bir yermiş. Operanın Münih’teki sahnelenmesinde kullanılan mağara dekorları esas alınmış. Burada ayrıca II Ludwig’in altın bir deniz kabuğu şeklinde bir kayıkla gezinti yaptığı, makinelerle dalgalar oluşturulan gölet varmış. Burası Capri adasındaki mavi mağaradan esinlenmiş. Ayrıca 1878 yılında yapılan ve 1998 yılında Stockalp’ten buraya taşınan Fas Evi, pencerelerinde St Richard’ın vitrayları bulunan St Anne Kilisesi de görülebilir.
Linderhof Sarayı’ndan ayrılırken II Ludwig’in
tuhaf dünyası, hem ilginç geliyor hem de hafiften sinir oluyor insan. Birine
hayran olmak başka, o kişinin metreslerinin resimleriyle evini süslemek başka. Ya her tarafta karşımıza çıkan kocaman porselenden tavus kuşu heykelleri… Dedesi Antik Yunan heykellerine
hayranmış, babası resimler, heykellere
meraklı, hadi bunlar neyse ne ama porselenden tavus kuşu heykelleri yaptırmak eminim biraz düşündürmüştür
aileyi. Kadınlara düşkün dede,
Yunanistan için savaşan amca, eşiyle mutlu mesut yaşayan babanın II Ludwig’ten beklentisi, illa
hayvan heykeli yaptıracaksa hiç olmazsa demirden, çelikten aslan, kurt gibi
hayvanların heykelleri yaptırmasıydı herhalde…
Ama Kralımız (sözün sahibinden çok önce) ‘Dünyayı
güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey’ diye düşünmüş
olmalı. Çünkü Fransa ile savaş
varken, Prusya tehdidi ortalığı karıştırırken Kral sadece porselen tavus kuşu, kuğu
heykeli peşinde, tüm bütçeyi masal şatolarına, saraylarına akıtmak aymazlığında; bu arada birilerini de sevmiş olmalı ama yanlış zamanda yanlış kişiyi
sevmiş anlaşılan. Eşcinsel
olduğu söylenen, hatta
Linderhof’taki aynalı salonda fırtınalı bir kavgadan sonra aynaları kıran
esrarengiz bir misafirden bahsedilen Kral hakkında söylentiler de alıp yürüyünce II
Ludwig’in şirazesi hepten kaymış olmalı. Paranoya nöbetleri sıklaşmış. Doktor
kendisini görmeden ‘durumu görevlerini yerine getirmeye uygun değil’ raporunu vermiş; masal dünyasına gömülü, halüsinasyonlarla yaşayan, gündelik sorunlardan ve yükümlülüklerinden
kaçıp başına buyruk yaşantısıyla kendi dünyasına gömülen II Ludwig buna
çok üzülmüş. İyi de, karşı
taraftan bakınca, doktorlara hak vermemek mümkün değil, Kralımızın durumu da pek iç açıcı görünmüyor
doğrusu.
Ama bir yandan da Kralımıza da hak veriyorum; doğası bu… Bu konuya sonradan yine döneceğim. (Bu arada II Ludwig’in ölüm nedeni hala
açıklanabilmiş değil; doktoru öldürüp gölde intihar mı etti, gölde
boğuldular mı, öldürüldüler mi, hala
açıklanabilmiş değil).
YOLDA II (OBERAMMERGAU ve NİHAYET…)
Tekrar Bavyera coğrafyasında yola çıkıyoruz. Yol boyunca birbirinden güzel manzaralar,
görkemli yapılar görüyoruz. Hatta keşke
araba kiralayıp buraları gezseymişim
diye düşünüyorum. Yol boyunca gördüğüm ilginç yapılardan biri de Ettal Benedikt Manastırı. Burası Garmisch
civarında, Ettal’de 14 yüzyılda İmparator
Bavyeralı Ludwig tarafından kurulan bir manastır; 1744 yılında bir yangında
yıkılmış 1745 yılında yeniden inşa edilmiş.
Bavyera’da sık sık görülen soğansı
kubbeler özellikle dikkate değer.
Kilisenin kubbesinde Benedikt Düzeni ile
tablosu varmış.
Pencereden akan Bavyera manzaraları ve küçük
kasabalara dalıp gitmişken
otobüsümüz mola veriyor ve çok ilginç bir kasabayı ziyaret fırsatı buluyoruz : Oberammergau… Tarihi 9
yüzyıla inen Oberammergau, aslında ‘Tutku Oyunları’ ile ünlü. Tutku Oyunları deyince 2006 yılında bu isimle
vizyona giren Todd Field yönettiği Little
Children filmi aklına geliyor insanın. Tabii bu entel dantel yorum, yoksa
insanın aklına neler geliyor neler. Ama bu tutku başka tutku, bu tutkunun odağı İsa,
oyuncular ise tüm kasaba halkı. Otuz Yıl Savaşları, tüm Avrupa gibi burayı da etkilemiş, üstüne üstlük 1632 yılında veba kasabayı yıkmış geçmiş.
Bölge halkı da kendilerince korunmak için, bir nevi adak olarak 1633 yılında
Tanrı’ya olan sevgi ve bağlarını on yılda bir sergileyecekleri bir oyunla
göstereceklerine söz vermişler.
Deniliyor ki, ondan sonra da Kasaba’da vebadan ölen olmamış.
Bir yıl sonra da sözlerini tutup ilk Tutku
Oyunu’nu sahneye koymuşlar. 350
yıldan beri, değişiklikler olsa da oyun devam etmiş. 1810 yılına kadar Tutku Oyunları, Kasaba
mezarlığında sahneleniyormuş ama şimdi bir kısmı açık hava olan bir sahneleri var
oyun için. Yazımızın kahramanı II Ludwig, 1871 de bu oyunlara katılmış, çok beğenmiş ve Kasaba’ya mermer bir haç hediye etmiş. Yetmemiş,
İmparator Bavyeralı Ludwig konulu
müthiş bir vitray daha hediye etmiş. Kasaba halkı da, kendilerini hediyelere boğan krallarını unutmamışlar, Kral öldüğünde onun anısına Kofel Dağında
koca bir ateş yakmışlar, her yıl 24 Ağustosta bu ateş yakılmaya
devam ediyormuş.
Kasabanın St Peter ve Paul Kilisesi de meşhur. 18 yüzyıla tarihlenen Kilise, Peter ve
Paul’ün şehitliğini konu olan freskolarıyla ünlü. Kasaba ise, cam
ve ahşap işçiliği
ile duvar boyamalarıyla da göz kamaştırıcı.
Kasaba evlerinin duvarları, sanki resim müzesi gibi; genelde dinsel tasvirlerle
süslü ama Kırmızı Başlıklı Kız,
Hansel ve Gretel gibi masallardan sahnelere de rastlanıyor.
Tekrar otobüse binip Bavyera dağlarına doğru
yola çıkıyoruz, artık gezinin en önemli kısmına yaklaşıyoruz. Muhteşem Bavyera coğrafyası
pencereden akıp giderken sanki çocukluğumuzun
kahramanlarından Heidi ve Peter’in şarkıları
dağlarda yankılanacak diyeceğim ama hayır, benim kafamda başka bir plak dönüyor; buğulu sesi ve ifadesiz yüzüyle Kamuran Akkor
söylüyor ‘Dağlar kızı Reyhan,
Reyhan’… Artık nasıl bir çocukluk yaşadımsa…
Nihayet uzakta ne zamandır görmek için can attığım, masallardan fırlamışçasına
duran Neuschwanstein Şatosu
beliriyor. Otobüsten sanki ulvi bir makama ulaşmak üzere gelmişim gibi
huşu içinde iniyorum, dilimde aynı şarkı, ‘Bir karadır gözün Ludwig, Ludwig’ (Hayır
II Ludwig’in gözleri maviymiş, en
sevdiği renk de maviymiş, uğurlu
sayısı da 7 imiş diyeceğim ama yok, sonuncusunu ben uydurdum).
NEUSCHWANSTEIN ŞATOSU
İşte karşımızda
çocukluğumuzun masallarının
prensesleri, prenslerinin yaşadığı şato;
sanki bir pencereden Rapunzel saçlarını sarkıtacak, Kül Kedisi, merdivenlerden
koşar adım uzaklaşacak… Hohenschwangau kasabasında otobüsten
iniyoruz, giriş biletlerimiz dağıtılıyor, Şatoya
gitmek için yola çıkacağız.
Şato’ya bilette yazılı saatte gireceğiz. O zamana kadar bazı bilgiler… Buraya
Münih’ten toplu taşıma ile gelmek
isterseniz Füssen’e trenle gelip oradan 73 veya 78 numaralı otobüsle ulaşabilirsiniz. Yok, benim gibi turla gelirseniz de,
size bir tavsiye; eğer
Neuschwanstein Şato’suna giriş saatine 2-3 saat varsa (bizim Şatoya giriş
saatimiz, oraya varışımızdan 2,30
saat sonrasınaydı) II Maximilian tarafından yaptırılan ve II Ludwig’in gençliğinin geçtiği
Hohenschwangau Sarayını da gezin. Hohenschwangau Sarayı, otobüs durağına Neuschwanstein Şatosundan çok daha yakın, 500 metre ötede, arada
da Bavyera Kralları ile ilgili bir müze var.
Kasabadan Neuschwanstein Şatosuna 20 dakikada bir kalkan otobüslerle 1 Euroya çıkılabilir, yol da 10 dakika sürüyor, indiğiniz yerden Şatoya varmak için bir 15 dakika daha yürümeniz gerekecek. Bu yola girmeden önce, Marien Köprüsüne de uğrayın; buradan Neuschwanstein Şatosu’nun en güzel resimlerini çekebilirsiniz. Hohenschwangau
Sarayını gezmek isterseniz, Şatoya
çıkmak için gerekli asgari zamanı bu şekilde
hesaplayabilirsiniz. (Ben zamandan emin olamadığım için gezmedim, pişmanım).
Şatoya çıkmak için daha otantik bir
yol isterseniz 6 Euroya faytonla da çıkabilirsiniz; Şato kapısına kadar götürüyor. Ya da demir asa
demir çarık, yürüyerek 40 dakikada çıkabilirsiniz.
Karşınızda
5935 m2’lik bir alana yayılmış olan,
ana kulesi 79,16 metre yüksekliğinde,
130 metre uzunluğunda Şatomuz… 465 ton Salzburg mermerinin, 400000 tuğlanın, 2050 metre küp ahşap malzemenin kullanıldığı Şato,
temel olarak Kralın kendi bütçesinden finanse edilmiş, yetmediğinde
ise borç alınmış, toplam maliyet ise
6.180.047 Markmış. Ne yazık ki
Kralımız, bu Şatoda sadece 172 gün
kalabilmiş ve Şato hiçbir zaman tamamlanamamış. II Ludwig öldüğünde, Şatonun yapımı olduğu gibi durdurulmuş ve müze olarak halka açılmış, Kralın borçları da ailesi tarafından ödenmiş.
Biletinizde belirtilen saatte Şato kapısında olmalısınız, saati gelince bilette yazılı
olan tur sayılarına göre gruplar halinde ziyaretçileri içeri alıyorlar ve tur
yaklaşık 40 dakika sürüyor. Giriş 12 Euro. Şato,
16 Ekimden Mart sonuna kadar 9-15,
Nisandan Ekim 15’ne kadar 8-17 saatleri arasında açık. İçeri giriyoruz
ve merdivenlerden yukarı çıkıyoruz.
Şatonun ilk katı hizmetlilere ayrılmış, ikinci kat tamamlanmamış; biz Kralın özel odalarının yer aldığı üçüncü kat ve muhteşem Şarkıcılar
Salonunun yer aldığı dördüncü katı
gezebiliyoruz.
Kalenin ikinci katından Kral odalarına geçişi sağlayan
bir giriş odası var; her şey orada başlıyor.
Buraya Salzburg mermerinden merdivenlerle çıkılıyor. İlk göze çarpan bir köşesinde Schwangau’nun armasının olduğu çapraz destekli tavan süslemeleri. Duvarlarda
ise av sahneleri yanında Nibelungen efsanesinin kahramanlarından Sigurd’un
ejderha ile savaşı gibi sahneler de
görülebilir.
Duvar altları meşe döşemeler ile işlenmiş, kapı kenarları
ise mermer çemberli. Şato, bir
ortaçağ yapısına benzetilmeye çalışıldığından
ve o dönemde cam pencere olmadığından,
pencereler de ona göre düzenlenmiş.
Bu giriş kapısı, Şatoda karşılaşacağınız
şatafatın ilk habercisi.
Ve işte
görkem: Taht Salonu… Tamamlanmamış
bir salon olmasına rağmen belki de Şato’nun en göz alıcı yeri. Şatonun
genelinde hakim olan ortaçağ havası
burada ki Bizans etkisiyle daha da belirginleşiyor. Özellikle Ayasofya’nın model alındığı belirtilmekte. Salonun tavanı yıldızlı bir
gökyüzünü canlandırmakta, bununla tanrısal mertebeye gönderme yapılıyormuş. Tabanda ise dünyayı temsil eden türlü bitki ve
hayvan resimleri var, orta da ise bir Bizans tacını hatırlatan muhteşem bir avize… Efendim, böylece Kralın, Tanrı ile
dünya arasında bir mertebede bulunduğu,
bir aracı olduğu ifade edilmekteymiş… İyi
de öteki dünya ile aracılık işleri,
daha Prusya ile baş edemeyen II
Ludwig’e kaldıysa vay Bavyeralıların haline…
Salon 15 metre yükseklikte, 20 metre uzunluğunda; taban döşemesi Viyana mozaiğiyle
düşenmiş, 96 mumlu 900 kg ağırlığında
taç şeklindeki avize ise altın kaplama. Salonda Carrara mermerinden
basamaklarla ayrılmış taht bölümü de
var ama ne yazık ki burada taht bulunmuyor, II Ludwig’in ölümünden sonra yapım
işleri durduğundan yapılamamış. Tahtın üstünde dönemin takdis edilmiş 6 kralının resmi, sağında 12 havarinin resmi, tavanında ise İsa, Meryem ve Havari John resimleri bulunmakta. Ayrıca
Hristyanlık öncesi dönemin kanun yapıcılarını temsilen Hermes, Musa, Zerdüşt, Solon ve Augustus’un resimleri de
görülebilir. Taht bölümünün tam karşısında ise, iyiliği temsil eden Aziz George’un kötülüklerin anası ejderha ile savaşını anlatan bir resim var (Taht odasına giriş bölümünde ise, bunun pagan versiyonu olan Sigurd
ile ejderhanın savaşının resmi
vardı, hatırlatırım). Neyse, ilginç olan bu resmin arka fonunda Neuschwanstein Şatosuna çok benzeyen bir şatonun resminin bulunması. Söylendiğine göre, bu da II Ludwig’in dördüncü şatosu olacakmış, Falkenstein Dağının
tepesinde yapımı düşünülen şatonun planları bile hazırmış… Pes yani…
Salondan çıkarken kapıların yanında Salonun
merkezi ısıtma sistemi için düşünülen
kapakçıklar görülebilir. Buradan terasa geçiliyor, manzarada Schwansee ile
Alpsee gölleri ile uzakta Tyrolean Dağları
ve Hohenschwangau Şatosu.
Geçiyoruz Yemek Odasına… Salonda Linderhof’taki
gibi bir sihirli masa yok, çünkü mutfak 3 kat aşağıda, ama burada da elektrik
sistemi var, böylece Kralımız isteklerini hizmetçilere iletebileceği bir sistem kurulabilmiş. Odada ki masa bronz üstüne altın kaplama olarak
yapılıp Carrara mermeriyle tamamlanmış,
üzerinde de Nibelungen Destanı kahramanı Siegfried’ın ejderha ile savaşını anlatan bir heykel bulunuyor. Yemek odası
duvarlarında goblen etkisi yaratan keten üstüne yağlı boyayla yapılmış resimler var, bunlar arasında Kralın favori şairlerinin resimleri yanında Nibelungen
efsanelerinden sahneler de görülebilir. Isıtma yine metal işçiliği
ile gizlenmiş kapakçıklardan sağlanıyor. Manzara ise, 45 metrelik şelale ve Marien Köprüsü…
Gelelim Kralımızın yatak odasına… Meşe ağacından
yapılmış ahşap işçiliğin şahikası
eşyalarla donatılmış odada, özellikle yatağın geç gotik tarzındaki üst süslemeleri parmak
ısırtan cinsten. Burası IX.Louis’ye adanmış bir odaymış. Yatak
kenarlıklarında uyku ile ölüm arasındaki benzerliği yansıtan oymalar var. Ayrıca koltuk, sehpa gibi
eşyalar da ahşap işçiliği ile süslü. Duvarlarda ise Richard Wagner
tarafından ölümsüzleştirilen Tristan
ve Isolde efsanesinden resimler bulunuyor. Örtü, perde ve döşemeler ipekten ve mavi… Perdelerde Bavyera
arması, kuğu ve Wittelsbacher aslanı
işlenmiş. Gümüş
kaplama kuğu şeklindeki musluktan akan su, çevredeki dağlardan sağlanıyormuş. Yatak oldukça geniş, çünkü II Ludwig 1.90 metre boyuyla oldukça heybetli biriymiş ama son yıllarda ağzında hiç diş kalmadığından dolayı
suratı olduğundan çok daha çökük
duruyormuş. 12 Haziran 1886 günü II
Ludwig’e hakkındaki deli raporu bu odada açıklanmış ve götürülmeden önce kahyasına ‘Tapınağım olan bu odayı sana emanet ediyorum, burayı
varlıklarıyla kirletmesinler, hayatımın en acı anlarını burada yaşadım’ demiş.
Yatak odasının yanında bir de yine meşe işçiliğiyle süslenmiş şapel bulunmakta,
duvarlardaki resimlerde ve camlardaki vitraylarda Fransa Kralı IX. Louis’nin yaşamıyla ilgili bölümler yer almakta.
Buradan da Giysi Salonuna geçiyoruz. Burası, Şatodaki tavanı ahşap işçiliğiyle süslenmemiş tek oda. Tavan ve duvarlarda 12 yüzyılda yaşamış
halk şairi Walter von der
Vogelweide’nin hayatı ve Wagner operalarından öyküler resmedilmiş. Kapı kilitlerindeki demir işçiliği
dikkat çekici. Perdeler ve örtüler ise eflatun ipek kumaştan ve üstünde de tavus kuşları işli.
Kralımız mücevherlerini burada saklıyormuş.
Sırada Oturma Salonu var. Burası geniş bir salondan ve ona bağlı kuğu
köşesi denilen bir odacıktan oluşuyor. Salonun duvarları Richard Wagner’in
operasına ilham veren Lohengrin efsanesinden sahnelerle süslü. Salondaki
kitaplık kapaklarında ise ‘Tristan ve Isolde’, ‘Siegfried’ ve ‘Parsifal’
efsanelerinden bölümlerle süslü. Odanın en büyük süsü ise, Nymphenburg
çinisinden kuğu şeklinde bir çiçeklik. Tavandaki altın kaplama 48
mumlu avize ise göz kamaştırıcı.
Kuğu
köşesindeki halı ise, orijinal.
Aslında bütün Şato buna benzer
halılarla süslüymüş ama 2. Dünya
Savaşında muhafaza edilmek üzere taşınmışlar,
bir daha da gören olmamış. Kuğu sadece zerafetinden değil, ortaçağın
nam salmış Schwangau Şövalyelerinin armasında yer aldığından, daha da önemlisi Wagner’in ‘Lohengrin’
operasında önemli bir rolü olduğundan
II Ludwig tarafından sık kullanılan bir figür olmuş.
Buradan Çalışma Salonuna geçeceğiz ama
arada Linderhof’taki gibi bir sahte mağara
var. Yine Wagner’in Tannhause operasına atfen yapılmış bir yer. Yanında ise kayalığa gömülü camla kapatılmış kış
bahçesi bulunmakta. Burada bir de çeşme
var.
Çalışma
odasında romanesk tarz hakim; burada da meşe işçiliği ile süslü tavan ve duvar altlıklarıyla kaplı.
Duvarlarda ise yine Wagner’in Tannhauser operasından sahneler görülmekte.
Perdeler ve döşemeler yeşil ipekten, üstünde de altın ve gümüş Bavyera arması işli. Buradan geçilen son derece sade döşenmiş
oda ise Kralın son yardımcısı Kont Dürckheim’a aitmiş. (Kont, doktorların Kral hakkındaki sağlık raporuna her zaman karşı çıkmış
biriymiş).
Muhteşem
bir salonla başlayan Şato gezimiz muhteşem bir salonla bitiyor: Şarkıcılar
Salonu. Ama önce buranın giriş
kısmına geliyorsunuz. Burada da, gezimizin başındaki giriş salonunda
gördüğümüz Sigurd efsanelerinin
devamı olan resimler duvarları süslemekte.
Kralın odalarında duvar resimleri kumaşa boyanmışken burada doğrudan duvara boyanmış. Ayrıca duvarlarda ortaçağın önemli eserlerinden Parsifal’de geçen Gawan ve
Gahmuret’in öykülerine ait resimler de var. Geçiş odasının iki yanında iki heybetli mermer kapı var. Buradan muhteşem Şarkıcılar
Salonu’na geçiliyor. Bu salonun tarzı, Wartburg’teki şarkıcılar salonundan esinlenmiş. Burayı kullanmak Kral’a kısmet olmamış.
Buradaki ilk konser 1933 yılında Wagner’in
ölümünün ellinci yılı anmaları için düzenlenmiş. Duvarlarda yine Parsifal’den sahneler var. Bu resimler Ferdinand
Piloty ve August Spiess’in eserleri. Sahnenin iki kapısı var, üstlerinde de
Bavyera armaları işli, bir armanın
üstünde ise, Kral’ın adı ve unvanı yazılı; bu Şato’nun hamisinin tek bahsedildiği yer.
Şatonun çatı merdivenin başladığı
yerdeki bölüm, sanki cennete uzanan bir palmiyenin etrafında yapılmış, yanında da orayı bekleyen bir ejderhanın
heykeli var. Buradan en aşağı
kata inerseniz mutfak bölümüne ulaşacaksınız.
Dönemi için çok modern olan mutfakta eşyalar
orijinal. Buradan da servis odasına geçiliyor. Böylece gezimiz burada bitmiş oluyor.
Şato’nun merdivenlerinden inerken kral da olsa
hayata tutunamamış birinin yarattığı muhteşem
dünyadan sıyrılmakta zorlanıyorum.
Yükümlülükleriyle inandığı masallar
arasında kalan, düşleri hayatın
sunduğundan çok daha renkli olan ve
sonunda büyük hayal kırıklarıyla ölen birinin yaşamına dahil olmak insanı hüzünlendiriyor. Evet, Bavyera'nın
sorunlarıyla uğraşmak, Prusya ile baş etmeye çalışmak yerine şatolar, saraylar yaptırmak, porselenlerle,
mermerlerle süslenmiş bir hayata
gömülmek, belki bir krala yakışmıyor
diye düşünülebilir. Ya da dedesinin
yaptığı gibi parayı savaşacak silahlara harcamak yerine resimlere,
tablolara yatırmanın akıllıca olmadığı
ileri sürülebilir. Ama bir de şöyle
düşünün; bugün ne Prusya var ortada, ne de Bavyera
Krallığı ama II Ludwig’in muhteşem şatoları,
sarayları, o heykeller, resimler bu günümüzü güzelleştirmeye devam ediyor ve bir kralın görkemli ama
hazin öyküsünü anlatmak için sizleri bekliyor.
Edebi yanı güçlü bir gezi yazısı, kaleminize sağlık.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, beğendiğinize çok sevindim.
YanıtlaSil