Yeni Sitemize taşındık.
Güncel yazılarımızı yeni adresimizden takip edebilirsiniz.
Ürdün Ortadoğu’da özgün bir ülke. Roma Döneminde yapılmış ve depremlere rağmen ayakta kalabilmiş
Antik Kent Jerash, kayıp uygarlık Nebatienlerin yaptığı kayalara oyulmuş dünyanın yedi harikasından biri olan Petra, çölün ortasında bir
Emevi Halifesinin yaptırdığı hamam,
hamam duvarlarında şaşırtıcı erotik resimler, Hicaz Demiryolunun
istasyonu,
I. Dünya Savaşında öldürülen Türk Askerlerinin şehitliği, uçsuz bucaksız çöl, inanılmaz resim gibi mozaikler, çölde safari, çölde develer, sürmeli gözlü Bedeviler daha neler neler….
I. Dünya Savaşında öldürülen Türk Askerlerinin şehitliği, uçsuz bucaksız çöl, inanılmaz resim gibi mozaikler, çölde safari, çölde develer, sürmeli gözlü Bedeviler daha neler neler….
Gitmeden önce, Arabistanlı Lawrence filmini izlemiştim. I.Dünya Savaşında, Ortadoğu’daki İngiliz politikasını - izlenen yöntemleri anlatan ve Ürdün çöllerinde geçen bu filmi, soğukkanlı olarak izlemek kolay olmamıştı. Ürdün’e giderken; bu filmde geçen olayların yaşandığı çölleri, kaleleri görme merakı yanında, sorunlu bir dönemde bu coğrafyaya gitmenin endişesi de vardı. Ancak, tüm gezi boyunca güvenlik ile ilgili hiçbir sorun yaşamadık, gezi boyunca otobüsümüzde rehber ile birlikte turizm polisi de vardı.
Bu yazıda, Ürdün’ün tarihi turistik yerlerine ilişkin resim ve bilgileri bulacaksınız. Ama bu
ülkeyi tanımak için kendi yaptığım
araştırmalara ilişkin bilgileri de meraklısına bölümlerinde paylaştım. İlginiz
daha çok gezilecek yerlere ise bu bölümleri atlayarak okumanızı öneririm.
Meraklısına;
Kuzeyinde Suriye, kuzeydoğusunda Irak, güneyinde ve doğusunda
Suudi Arabistan, batısında İsrail olan bir Devlet Ürdün. Arabistan çöllerinin
uç noktası olduğundan, tarihin her döneminde stratejik önem taşımış.Tarihçi
Bernard Lewis’e göre; geçmişte ve günümüzde Ortadoğu’daki
savaşların en büyük sebebi toprak kavgası ile birlikte, doğu ve
batı arasındaki ticaret yollarını ele geçirme ya da kontrol etme isteği de
olmuş.
Ancak
çöl coğrafyasının ve ikliminin zorlukları ile birlikte, buralarda yaşayan
toplulukların da kolay yönetilebilir-işbirliği
yapılabilir olmaması nedeniyle, tarihin her döneminde büyük devletlerin ayrı
bir çöl politikası olmuş. Romalılar,
M.Ö. 65’de bu çöl politikasını başlatmış. Ordu
göndermek yerine, barış sırasındaki ticari, savaş
sırasında askeri gereksinimleri nedeniyle, çöldeki sınır devletleri ve kervan şehirleriyle
iyi ilişkiler kurmayı tercih etmişler. IV. yy. da
yaşamış Romalı tarihçi Ammianus
Marceilinus; güneydeki çöl halklarını “ne dost ne de düşman
olmayı arzulayabileceğiniz… Araplar” olarak tanımlamış.
Büyük
devletlerin, bu komşuları silah gücüyle fethetmesi tehlikeli, maliyetli
ve zor imiş. Ayrıca, ortaya çıkacak sonuçların da kalıcı,
güvenilir ya da yararlı olacağı garantili değilmiş. Bu
nedenlerle, iki İmparatorluk da (Persler ve Romalılar ) savaşmak
yerine; yaptıkları maddi, askeri ve teknik yardımlar, verdikleri unvanlar ile
bu halkları yücelterek yanlarına çekmeye çalışmışlar. (günümüzden bir şeyleri
çağrıştırdı mı size?)
Osmanlıların Memlüklüleri yendiği Mercidabık Savaşından sonra, 1516
yılından 1918 yılına kadar Osmanlı toprağı olmuş. I. Dünya Savaşı sonrası Şerif
Hüseyin’in oğlu olan Kral Faysal yönetiminde bir monarşi olarak
Irak kurulmuş. Diğer yandan, Şerif
Hüseyin’in öteki oğlu Abdullah’ın başına geçtiği
Trans-Ürdün adında bir Arap Emirliği kurulmuş.
Trans-Ürdün, 1946 da bağımsızlığını kazanarak Ürdün adını almış.
Günümüzde, Ürdün Haşimi Krallığı olarak, anayasal bir monarşi ile
yönetiliyor. Kral II. Abdullah 1999’dan beri ülke yönetiminde.
Başkent
Amman’dan başlıyor gezimiz.
Amman
Amman sokaklarında gezerken, bir yandan modern
yüksek binaları, diğer yandan
tepelerde sarı renkli, düz damlı eski evleri görmek mümkün. Amman, önceleri yedi tepe üzerine kurulu bir şehir imiş.
(bugün onyedi tepeye yayılmış). Bu
tepelerden birinin üzerinde Roma Döneminden kalma bir kale bulunuyor.
Kalede yıkılmadan kalabilmiş sütunlar, kemerler arasından Amman şehrinin yamaçlara üst üste lego gibi dizilmiş düz damlı evleri görülebiliyor. Dev bir Herkül
heykelinin ise sadece parmakları kalmış.
Parmakların büyüklüğüne bakıldığında, heykelin tümünün orada olduğunda görüntünün ürkütücü olacağını düşündürtüyor.
Kalenin içinde; su sarnıcı, Bizans Kilisesi,
Emevi Döneminde yapılmış cami gibi
yapıların kalıntıları da görülebiliyor.
Kalenin içinde bulunan arkeoloji müzesinde ise değişik
dönemlere ait eserler sergilenmekte.
M.Ö. 63 –M.S. 324 Roma Dönemine ait eserlerin ve
ince cam ürünlerin sergilendiği
bölüm. Ne kadar zarifler inanamazsınız.
Bir bölümde de eski tıbbi aletler sergileniyor. Bu kafatasının üzerinde üç tane delik bulunuyor. Bu akıl hastalıklarının ve beyin ödeminin tedavisinde kullanılan bir yöntemmiş. İnce metal çubuklar ile kafatasında açılan bu delikler ile beyinde belli bölgeleri işlevsiz hale getirerek ya da ödemin boşaltılması ile baskıyı azaltarak tedavi sağlıyormuş.
Bu heykel bir yol inşaatı sırasında bulunmuş. M.Ö. 7200 yıllarında yapılmış ve dünyanın en eski insan heykeli olduğu iddia ediliyor.
Kalede gün batımını izleyip şehre indiğimizde,
Ortadoğu’da olup da künefe yemeden
dönülmez deyip, Amman’da bir ara sokaktaki künefecide, akşam saatleri olmasına rağmen uzun bir kuyrukta sıra bekledik.
Peynirli ve kaymaklı künefeler sıcak sıcak servis ediliyordu ve tabakları elinize alıp sokakta yiyorsunuz. Tadı çok olağanüstü değildi ama, sokak arasında sıcacık insanlar ile sıra beklemek ve ayaküstü yerken Ürdünlü kadınlar ile sohbet etmek çok keyifliydi.
Sonraki gün uzun bir çöl yolculuğu vardı.
Eshab-ı Kehf, yedi uyurlar bilinen bir hikaye.
Dünyanın bir çok yerinde Eshab-ı Kehf mağarası olduğuna
inanılan yerler var. (Ülkemizde de Tarsus yakınlarında) Ürdün’deki mağaranın olduğu
tepenin üstünde bir cami var. Komplekse girerken kadınlara kapşonlu pelerin gibi giysileri veriyorlar. Gezerken
bunları giymeniz zorunlu. Burada dualarımızı edip yeniden yola koyuluyoruz.
Çöl Kaleleri
Çölde otobüs ile yolculuk ederken hiç bitki
örtüsü olmayan (sadece dikenler var) sarı kumların uçsuz bucaksız görüntüsü bir
süre sonra ruhumu daralttı. Çöl ortamına uyumlu tek hayvan olan develer hem
susuz uzun süre idare edebiliyor, hem de diken ile besleniyormuş. Geçmişte
kervanların, bu zorlu koşullardaki
seyahatlerinde dinlenme ve güvenlik gereksinimlerini karşılamak amacıyla, bir günlük mesafeye denk gelecek
şekilde, han- kale- kasır gibi
yapılar yapılmış. Biz bunlardan üç
tanesini gördük.
Qasr
Al- Harrana
Uçsuz bucaksız çölün ortasındaki bu yapı, Emevi
Döneminde (M.S. 710) yapılmış ve
kervansaray otel olarak kullanılmış.
Volkanik kireç taşı bloklardan
yapılmış. Etrafında da katmanları
ayrı renklerde olan irili ufaklı volkanik taşlar vardı. Bu kasır, Irak- Arabistan- Filistin Kudüs yol ayrımında
bulunuyor.
Duvarlardaki küçük yarıklar; dışarıyı gözetleme amacıyla kullanılırken, hem de
aydınlanma ve havalandırma sağlıyormuş. Alt katta avlu kenarında hayvanların kaldıkları
odalar var. Üst katta ise irili ufaklı konaklama odaları mevcut.
Çıkışta büyük bir Bedevi çadırında çay kahve içmeniz mümkün. Ortada bir mangalın üzerinde pişiriliyor bunlar.
Kuseyr
Amra
Dünya Kültürel Mirası listesinde yer alan bu
kasır, 8. yy. da yapılmış. Emevi
Halifesinin dinlenmek veya şehirden
uzaklaşmak amacı ile yaptırmış olabileceğini
tahmin ediyorlar.
Kasrın sadece kabul salonu ve hamam kısmı ayakta
kalabilmiş. Hamam bölümünde ılıklık,
sıcak banyo ve servis bölümü var.
Çölün ortasında böyle bir hamama su temin etmek
ciddi bir iş gibi görünüyor.
Kuyularda su toplanarak su ihtiyacının karşılandığını söylüyor
rehberimiz.
Sağlam
olan hamam kısmındaki resimlerin, Emevi Dönemi sanatını yansıttığı söylenmekte. İslam sanatında görmeye alışkın
olmadığımız tasvirler ile tüm duvarlar
kaplanmış. Duvar ve tavanlardaki
freskler çok ama çok şaşırtıcı. Havuz içinde dansöz, hayvan (köpek,
geyik, ceylan, deve) ve avcılık resimleri, astrolojiyi yıldızları burçları
anlatan resimler. Yerlerde mozaikler var. Emevi askerlerinin zaferlerini
gösteren resimler de bulunuyor. Halife sarayındaki bu resimlerde, Yunan ve İran etkisinin olduğunu iddia eden kaynaklar var.
Burada bulunan bir duvar resminin siyasi bir mesaj verdiği tahmin ediliyor. Bu resimde; altı tane kafir hükümdar, oturmuş durumdaki halifeye itaat ederken resmedilmiş. Hem Arap hem de Yunan alfabesi ile yazılmış hükümdar adlarının dördü okunabilmekte imiş: Sezar (Bizans İmparatoru), Roderik (İspanya’nın son Vizigot Kralı), Krazüs (Pers İmparatoru) ve Etiyopya İmparatoru. Diğer iki resim bozulduğu için tanınamayacak durumda olduğundan hangi hükümdarlar olduğu bilinmiyor.
Çölün ortasında bir saray, sarayın hamam bölümü, hamamda sıra dışı resimler beni çok şaşırttı. Ama resimler kısmen bozulmuş olduğundan ve ışık az olduğundan bu ortamı yansıtacak kadar iyi resimler çekememişim. İlgilenirseniz internetten Kuseyr Amra resimlerini incelemenizi öneririm.
Azrak Kalesi
Kale Roma Döneminden kalma, Osmanlılar askeri
garnizon olarak ve Lawrence da karargah olarak kullanmış. Kale çölde gördüğümüz diğer yapılardan
farklı olarak bazalt taşlardan
yapılmış. Koyu renkli iç karartıcı
taşlar bunlar.
Kale kapısı iki kanatlı blok taştan yapılmış.
Açılıp kapanma mekanizması hala çalışıyor.
Dünyada başka örneği olmadığı
söyleniyor. Kale kapısının üzerindeki delikler, kızgın yağ dökmek için kullanılıyormuş. Taş
kapıdan girince, yerde taşa oyulmuş ufak delikleri görüyoruz. Bu delikler, kale
içindeki askerler ve halkın vakit geçirmesi, oyalanması için satranç dama
benzeri oyunların oynanması amacıyla kullanılıyormuş.
Büyük ve kasvetli bir meydanın etrafında bir çok yapı var. Lawrence’ in kullandığı odada bunlardan birinin ikinci katında. Kale içinde bir de cami bulunuyor.
Çöl yolculuğunun
devamında kadim bir şehir olan
Jerash’a varıyoruz.
Jerash - Geresa
M.Ö. 100 yıllarında yapımına başlanan antik şehir, M.S. 200-300 yıllarında ekonomik ve sosyal olarak zirveye ulaşmış.
Bu dönemlerde, ticaret kervanları buradan geçmeye başladığı
için Petra’nın hakimiyetini silmiş.
Meraklısına; 6500
yıllık bir geçmişi olan, İncil’de de adı geçen Gerasa şehri,
Roma Dönemiyle birlikte zirveye ulaşmış ve Amman’ın 48 km kuzey batısında.
Aramice konuşma dili olarak kullanılıyormuş, ama
resmi dil Yunanca imiş. Antik Roma Döneminde kalabalık bir ticaret
merkezi olan şehir, M.S. 749 yılındaki büyük deprem ile büyük
ölçüde yıkılmış ve yıkılmayan kısımları da toprak altında kalmış. 1806
yılında Alman oryantalist Jasper Seetzen tarafından keşfedilmiş.
Dünyanın en iyi korunmuş Roma Antik Kenti olduğu
söyleniyor.
Bu Antik Kenti gezerken, günümüzde modern olarak tanımlanan (!) şehirlerdeki tüm öğeleri görmek mümkün. Hatta bazı bölümlerde; AVM lerde yan yana gördüğümüz sosyal mekanları bir arada görüyorsunuz. (dükkan, manav/hal, hipodrum, kilise, tiyatro…) Hem de yıkılmış bölümlerine rağmen anlatılamaz zarif bir mimari ile.
Roma İmparatoru
Hadrianus’un Kenti ziyareti (M.S. 129-30) anısına yapılan görkemli bir kapıdan
giriyoruz ve ana caddede yürümeye başlıyoruz.
Taş bir yol burası ve etrafta sağlı sollu yapılar bulunuyor.
Bu yan yana dizilmiş küçük odalar birer dükkan ve tabanlarında
rengarenk mozaikler ile halı gibi yapılmış
yer döşemeleri bulunuyor. Sanki
biraz dikkat kesilseniz, geçmişte
yoldan geçen kervanların gürültüsünün, dükkanlarda yapılan pazarlıkların, belki
entrikaların seslerini, taşların
arasında saklandıkları yerden duyabilirmişsiniz
gibi geliyor.
Marianos Kilisesi M.S. 570- 749 yıllarında aktif olarak kullanılıyormuş. Kilisenin tabelasında görülen yer mozaiklerinden bir kısmı bozulmadan kalmış ve içindeki yazılar da okunabiliyor.
Hipodrum M.S. 220-749 yılları arasında, halkın eğlence ve yarışma ihtiyacının giderilmesi amacıyla kullanılmış. Roma deyince akla hep kölelerden oluşan bir iş
gücü ve acımasız asiller geliyor, ama halkın oyalanması da gerekiyormuş.
Spor etkinliklerinin yapıldığı 50 X 250 metre boyutlarındaki alanın etrafında, taş oyularak yapılmış ve halen bir kısmı sağlam olan oturma – izleme bölümü var. Günümüzde gladyatör gösterilerinin yapıldığı festivaller düzenleniyormuş bu alanda.
Spor etkinliklerinin yapıldığı 50 X 250 metre boyutlarındaki alanın etrafında, taş oyularak yapılmış ve halen bir kısmı sağlam olan oturma – izleme bölümü var. Günümüzde gladyatör gösterilerinin yapıldığı festivaller düzenleniyormuş bu alanda.
Şehir surlarının yanındaki taş yoldan ilerleyerek güney kapısına geliniyor.
Güney kapısından güney yoluna giriliyor, yine taş bir yol (south street) M.S. 110- 300 yıllarında
yapılmış. Bu yol bizi ihtişamlı sütunları olan oval plazaya götürüyor.
Kendimi öyle kaptırmışım ki, bu alanı tam yansıtan düzgün bir fotoğraf çekememişim. Çok zarif sütunlar ile çevrili bir toplanma-forum alanı burası.
Etrafındaki taş basamaklara oturup
uzun uzun izlemek isteyeceğiniz bir
ferahlık duygusu veriyor insana.
M.S. 100 yıllarında yapıldığı belirtilen bu alan, 160 tane sütun ile çevrili
imiş. Şimdi 60 tanesi sağlam kalabilmiş.
Oval plazadan sonra başlayan Cardo yolu, M.S. 120-170 yıllarında yapılmış ve Artemis tapınağına giden bir yol.Yaklaşık
800 metre bozulmamış düzgün taşlar üzerinden yürüyorsunuz; binlerce yıl önce at
arabalarının, kölelerin, kralların yürüdüğü
yolda ve etrafta iki taraflı zarif sütunlar var yine.
Yol kenarında birleşim noktalarında taş oyularak oluşturulmuş kanalizasyon delikleri görünüyor. Yol iki tarafa hafif eğim verilerek yapılmış, yağmur sularının ortada birikmesini önlemek için.
Yol kenarında birleşim noktalarında taş oyularak oluşturulmuş kanalizasyon delikleri görünüyor. Yol iki tarafa hafif eğim verilerek yapılmış, yağmur sularının ortada birikmesini önlemek için.
Macellum gıda dükkanları (tabelasında food market yazıyordu) M.S. 190-850 yılları arasında kullanılmış. Ortada havuz gibi bir alan ve etrafında taş oyma sütunlar var.
Meraklısına; Nymphaeum, Helen mitolojisinde su, orman, dağ perileri olan 'nymphe' lerden adını alan ve
onlara adanmış, Helen ve Roma mimarilerinde görülen, kayaya
oyulmuş ev biçimli, sütun dizileri ve heykellerle
bezenmiş, nişli, anıtsal çeşme
yapılarına verilen isimmiş. Bu yapılara, kent içerisinde suya gereksinim
duyulan hemen her yerde rastlamak mümkünmüş.
Yıkılan bölümlerine rağmen, sahnenin arkasında yer alan taş oyma duvarların estetiği ve mekanın akustiği dikkat
çekici. Burada bir grup müzisyen yerel çalgılar ile Türk müziği parçalarını çaldı.
Güvenlik önlemleri nedeni ile müze, hava
kararmadan kapatılıyormuş. Acele
acele antik şehirden çıkarken,
rengarenk bir gün batımı vardı.
Salt
Salt şehri
Osmanlı Döneminde Şam Vilayetine bağlı bir idari birimmiş. Amman’ı Kudüs’e bağlayan eski ana yol üzerinde bulunuyormuş.
Şehrin ara sokakları birbiriyle alakasız her şeyin yan yana satıldığı dükkanlardan oluşuyor. Tepeye çıktığınızda, Osmanlı Döneminde idari bina olarak kullanılan yapıların farklı mimarisi dikkat çekiyor.
Bu şehre
gelişimizin diğer amacı ise şehitliği ziyaret etmek.
Salt
Türk Şehitliği
I.Dünya Savaşı sırasında, 24-26 Mart 1918 tarihleri arasında Salt bölgesinde, İngilizlere karşı savaşırken şehit düşen;
4. Ordunun 48. Tümeni ile 143, 145 ve 191 inci Piyade Alaylarına mensup subay,
astsubay, er ve erbaşlarından oluşan 300 Türk Askerinin anısına yaptırılan şehitlik burası.
Toplu mezar bir mağarada, 1973’de bulunmuş. Anıtın ilk inşaatı 1989 da bitirilerek ziyarete açılmış. 2004’de ise Türkiye Cumhuriyetinin Askeri Ataşesi Kurmay Albay İbrahim Yılmaz tarafından anıtın yenileştirilmesi yaptırılmış.
Mağaranın
içinde girdiğinizde, üzeri Türk
Bayrağı ile örtülmüş bir sandukayı görmek ve fonda okunan Kuran sesini duymak tüylerinizi
diken diken ediyor. Çok ama çok duygulandım burada, hepimizin dedeleri olan bu
askerler için dua edip, genç yaşta
vatan uğruna can veren kahramanlar
için derin duygular içinde yukarı çıktığımda,
anılarını yaşatmak için bu şehitliğin
yapılmasına katkıda bulunanlar için de minnet duydum.
Şehit isimlerinin yazılı olduğu bu bölümde, gözlerim kendi memleketimden şehit var mı diye arandı. Sonra tüm dedelerimizin şimdi başka
bir ülke olan bu topraklarda, kim bilir neleri geride bırakarak genç yaşta hayata veda etmelerinin acısıyla şehitlikten çıktım.
Madaba
Küçük, temiz, modern bir Şehir burası. Yakın mesafede, neredeyse yan yana
Kiliselerin bulunduğu ve
Hristiyanların yoğun olduğu bu Şehirde,
insanlarda son derece kibar.
Ama Madaba’daki en önemli eser, erken dönem Bizans mimarisi örneklerinden olan Aziz George Kilisesinin tabanında bulunan ve bir kısmı günümüze kadar ulaşan mozaik Madaba haritası. M.S. 6. yy.da yapıldığı tahmin ediliyor. Bu haritada, Ortadoğu’daki yerleşim yerlerinin isimleri yazılı ve simgeler ile kutsal topraklar, antik Filistin ve Kudüs gösterilmiş. Bu harita, Necef çölünde bulunan ve başka kaynaklarda adı geçmeyen yerleri göstermesi ve ayrıntılı Kudüs haritası vermesi nedeniyle önem taşımaktaymış.
Meraklısına; Eski yıkık kiliselerden birinin tabanında bulunan mozaik, 1884'te ortaya çıkarılmış. 1896'da bilim adamlarının dikkatini çektiğinde büyük bölümü bozulmuş olan haritanın eldeki parçası, antik Neapolis'ten (bugün Nablus) Mısır'a uzanan bölgeyi kapsıyormuş. Harita, 1965-66 yıllarında Herbert Donner başkanlığında Alman arkeologlar tarafından restore edilmiş.
Dini ve
uluslararası organizasyonlar tarafından kazı ve restorasyon çalışmaları süren Martrys Kilisesi kalıntısının yer
mozaikleri de çok etkileyici. Ama restorasyon sürdüğü için, sadece kenarından ve demir köprülerin
üzerinden resim çekilebiliyor.
Mount Nebo
Nebi Dağına çıkan yolu
otobüs ile kıvrıla kıvrıla gidip, otobüsü otoparkta bıraktıktan sonra yürüyerek
çıkmak gerekiyor. Hz. Musa’nın, Sina Çölünde kavmi ile kırk yıl
dolaştıktan sonra bu dağa geldiği, burada
kavmine gitmeleri gereken toprakları (vaad edilmiş toprakları) gösterdiği ve burada ölüp gömüldüğü rivayet olunuyor.
Bu dağı,
Hristiyanların ve Papa’nın da kutsal saydığını ve sahiplendiğini,
girişteki bu anıt ile anlamak mümkün. Anıtın üzerindeki yazı;
“Bir tanrı- Herkesin babası- Herşeyin
üstünde”.
Yukarı doğru
çıkıp bir seyir terasına ulaşıyorsunuz.
Burada sağınızda büyük bir kilise,
karşınızda çöl ve İsrail toprakları görünüyor.
Bu terasın uç kısmında; demirden yapılmış yılana sarılmış, çarmıhtaki İsa heykeli ilginç. İtalyan heykel sanatçısı Giovanni Fantoni tarafından yapılan ve Musa’nın asası (yılan) ile haçı birlikte simgeleyen hoşgörü ve dostluk heykeli imiş bu heykel.
Seyir terasından baktığınızda, karşıda
İsrail topraklarını görüyorsunuz.
Tüm kavgaların ve savaşların nedeni
olan bu topraklara tepeden bakmak tanımlanması zor şeyler hissettiriyor…
Terasta yer alan bu tabelada ise, vaad edildiği düşünülen
toprakların uzaklıkları ve yönü gösterilmekte.
Nebi Dağı’nda
4. yy. da yapılan bir kilisenin yıkıntıları üzerine, yeniden kilise inşa edilmiş.
İçeride, vitray camlar ile
renklendirilmiş çok sayıda pencere
var. Camların renkliliği, ortamda
yumuşak bir aydınlanma sağlıyor.
Ama asıl ilginç olan, büyük ölçüde korunabilmiş olan yer mozaikleri. Rengarenk taşlar ile çok detaylı figürler resmedilmiş, olaylar canlandırılmış. Tabi ki, bu mozaiklerin üzerine basamıyorsunuz.
Kenarlarındaki korumalı alanlarda ve küçük cam yollarda-köprülerde yürüyerek
resim çekmeniz mümkün.
Nebi Dağından
indikten sonra başka bir kent
kalıntısı var yol üzerinde.
Umm Ar- Rasas
Büyük bölümü toprak altında olan, ama kalıntılar
arasında yürüyerek gezebileceğiz bir
kent kalıntısı burası. UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde de yer alan şehrin, İncil’de
tanımlanan bir yerleşim olduğunu ifade ediyor kaynaklar.
Roma, Bizans Dönemine ait kalıntıların bulunduğu bölgede, ilginç mozaik yer döşemelerini görmek mümkün.
Çıkışta, mozaik objelerin yapıldığı ve satıldığı büyük bir mağaza var. 10 X 10 cm. lik bir duvar panosu yaklaşık 10 dolar civarında satılıyor. Ucuz değil ama benzerini başka yerde bulamayacağınız bu objelerden almanızı öneririm.
Gece Petra’daki otelde konaklarken, erken
yatmamız ve dinlenmemiz öneriliyor. Çünkü sonraki gün yürüyerek gezilecek zorlu
bir program var.
Petra
Ürdün gezisinin en merak ettiğim kısmı burası idi. Gitmeden önce belgesellerini
izlemiş, resimlerini görmüştüm. Ama bu giriş kapısından geçtikten sonra, kelimenin tam anlamı ile “zaman
tüneline” girdim ve gün boyu saatlerce bu zaman tünelinde hayretler içinde dolaştım.
Meraklısına; Petra,
M.Ö. 400- M.S. 106 yıllarında Nebatienler tarafından yapılmış ve
Devletin başkenti olmuş. M.S. 400 yıllarında depremler ve
ekonomik sebeplerle kent gözden düşmüş ve zaman içinde unutulmuş. 1812
yılında İsviçreli gezgin Johann Burckhardt tarafından kent
yeniden bulunmuş. 1985 de UNESCO tarafından Dünya Kültürel Mirası
Listesine dahil edilmiş. 2007 de ise Dünyanın Yedi Harikasından biri
olarak seçilmiş.
Giriş kapısından sonra derin vadiye girmeden önce,
yaklaşık 800 metrelik
bir açıklık bölgeden geçiliyor. Eğer yürüyerek vadiye inmeyecekseniz; burada at arabasına ya da ata
binmeniz mümkün.
Doğal taş oluşumlar ve bu taşlara oyulmuş bazı yapıların yanından yürüyerek geçip keşfetmeye başlıyorsunuz. Bu yolun sonunda, küçük birkaç dükkan (koku
ve sabun satan) ve oturmak için banklar var. Burada oturup aşağıdaki vadiye uzanan yolun bir kısmını görmeniz mümkün. Bu geçitten sonra
the siq yolu başlıyor.
Dar yarıklar ve yüksek kayalıklar arasında
ilerleyen bir yol olan The Siq, 1,2 kilometrelik bir
geçit. Depremlerle ayrılmış kum taşı
kayalıkların arasındaki genişlik,
zaman zaman 5-6 metreye kadar düşüyor.
Yüksekliği 150 metreyi aşabilen taş
duvarlar var iki yanınızda. Bir zamanlar gezginler, tüccarlar, hacılar ve deve
kervanları bu dar geçitten geçerek şehre
giriyorlarmış.
Ama düz bir yol değil burası, hafif bir eğim
ile aşağı doğru
inerken, virajlar arasından kıvrılarak kanyon içerisinde ilerliyorsunuz. Yolun
kaya duvarları, güneş ışığının
açısına göre renk değiştirerek sizi şaşırtıyor. Kırmızı,
pembe, sarı, lila renkler dansediyor sanki taşların üzerinde. 8-10 yaşlarında
Bedevi çocuklar etrafınızı sarıyor ve yol boyunca size bir şeyler satmak için yanınızdan ayrılmıyorlar. Olağanüstü siyah ve sürmeli gözleri ile çok şirinler ama bir süre sonra bunaltıyorlar.
Vadinin her iki kenarında su kanalları var. Yolun
giriş kısmında, sıra dışı sistemler deneyen Nebatienlerin inşa ettiği
bir baraj varmış. Bu baraj, yıkıcı
su baskınlarını engellemek için hazırlanmış karmaşık bir mühendislik
harikası olarak tanımlanıyor.
Meraklısına;
Kayaların içerisine açılan seramikle kaplanmış 4,8 metre genişlik, 8
metre yükseklik, 30 metre uzunluğundaki Mudhlim Tüneli ve karmaşık bir
bent sistemiyle, sel suları bir boğaza aktarılıyor ve böylece Siq ve
El-Hazne’nin yıkıcı su baskınlarından korunması sağlanıyormuş. 2000
yıl öncesi insanları için sıra dışı görülen, hayret bırakıcı su
mühendisliği ile Petra kentini su taşkınından
koruyan baraj ve tünel, aslında devasa bir su yönetim sisteminin bir parçası
imiş. Yolun yan tarafındaki açık kanal ise hayvanlar için yalak olarak
kullanılmaktaymış. Yolun diğer tarafındaki kapalı kanal ile de,
insanlara suyun temiz olarak ulaşması sağlamaktaymış.
Çölün
ortamında su ihtiyacını kontrol etmenin öneminin farkında olan Nebatienler, şehrin
farklı noktalarında 20’den fazla sarnıç yaparak, uzaklarda bulunan su
kaynaklarını bu kalabalık şehre ulaştırmayı başarmışlar.
Siq’in duvarlarında açılan boru sistemiyle, sarnıçlarda biriken sular şehre taşınmış. Kumtaşı
kayalıkları suyu emen özellikte olduğundan, kaybı önlemek için kanalları
seramik ile kaplamışlar. Böylece
yağmurun az olduğu, sıcaklığın 50 dereceyi bulduğu çöl
ortamında sürekli bir su kaynağına sahip olmuşlar.
Şehrin başlangıcı kabul edilen Hazine binasına
varmadan, bu vadi içerisinde aşağıya
doğru inerken, etrafınızda yapılar, heykeller,
tapınakların kalıntılarını görüyor ve her viraj kıvrımında değişik sürpriz ile karşılaşıyorsunuz.
“The Siq” adı verilen bu yol, taş kaplı bir hal almış. Ama Hazine (El Hazne)’ye yaklaştıkça yumuşak kuma dönüşüyor.
Bu geçidin sonunda, taş yarıklar arasından Petra’nın en muhteşem yapısı karşımıza çıkıyor. El Hazne ya da Hazine binası.
Yapı 39 metre yüksekliğinde ve 25 metre genişliğinde. Nebatienler, yıllarca kızıl kayaları oyarak Roma
mimarisi etkisinde kalarak bu zarif binayı ortaya çıkarmışlar. İnsanlar zarar verdiği için son yıllarda içeriye girilmesi yasaklanmış. Hollywood
filmleri ile ölümsüzleştirilen
Petra’nın en ünlü yapısı.Hazine binasının önü tam bir şenlik alanı. Resim çeken turistler, seyyar
satıcılar, küçük kafeler, yerlerde oturan develer, Bedeviler ve tepenizde
kızgın güneş ile çöl havası.
Meraklısına; Bu
bina, Nebatienlerin altın çağının bir göstergesi imiş. El
Hazne’deki figürler, Nebatienlerin geleneksel mimarisinden çok farklı imiş. Erken
dönemde Nebatienler tanrılarını genelde; kare taş, kutsal
meteorlar, taş bloklar, bazen de şematik
göz ve burun ile simgeliyorlarmış. Oysa El-Hazne’nin gösterişli ön
cephesindeki semboller; Nebatien, Yunan, Pagan ve Mısır kültürünün
tanrısal figürleri, hayvanlar ve çiçeklerle süslü imiş. Yunan
mitolojisindeki savaşçılar, Amazonlar, merkezde Mısır tanrısı İsis’in
tacı ve hemen onun altında da Medusa başı bulunuyormuş.
Ticaretle uğraştıkları için Batı Akdeniz’de dolaşan Pagan
Nebatienlerin; farklı kültürlerden etkilenerek, onların sanat tarzları ve
inançlarını birleştirdikleri düşünülüyormuş.
Kazılarda bulunan sikkelerin %80’ inde, Nebatien kralı IV. Aretas’ın tasviri
bulunduğundan, buranın onun için mezar odası olarak
yapıldığı da düşünülüyormuş.
El Hazne’nin sonrasında dar derin vadi, geniş bir çöl havzasına açılıyor ve burada mezarların,
anıtların sayısı artıyor. Eski el yazmalarında Yunanca “taş” anlamına gelen, bir zamanların kayıp antik başkenti Petra hakkında kalan tek ipuçları bunlarmış. Bir tapınak, bir amfi tiyatro ve düzinelerce
mezarın bulunduğu kayıp uygarlığın kalıntıları bu bölgeye dağılmış.
Petra’nın en çok bilinen etkileyici
kalıntılarından Roma Amfi tiyatro, Helenistik mimari tarzında 1.yy’da yapılmış ve 7.000 kişiyi ağırlayacak
kapasitede imiş. Tamamen kayaların
içerisine oyulmuş tiyatro, 363
yılında geçirilen depremden oldukça etkilenmiş. Tadilat gören tiyatro ziyaretçilere kapalı, sadece uzaktan
görebiliyorsunuz .
Roma Tiyatrosu’nun karşısında büyük bir kayalıkta, 5 adet devasa mezar
cephesi görünüyor. Royal Tombs olarak adlandırılan kraliyet mezarları, diğer anıt mezarlara oranla daha büyük ve görkemli.
Meraklısına;
Mezarlardan ilki sonraları Bizans kilisesi olarak kullanılan Urn Tomb, ikincisi
renkli kumtaşı kayalarıyla dikkat çeken Silk Tomb, üçüncüsü
Nero’nun Altın Saray’ından esinlenen ve yarım kalmış Corinthian Tomb, dördüncüsü Roma
sarayı görünümünde inşa edilen Palace Tomb, beşincisi Roma
valisi Sextus Florentinos için yapılan Sextus Florentinus Tomb.
Hazine binasından sonra yaklaşık 2 km. zaman zaman taş zeminde, zaman zaman çöl kumları üzerinde ve iki
taraftaki kalıntıları izleyerek yapılan zorlu yürüyüş, yolun bitimindeki tesislerde sonlanıyor. Burada
dinlenmek, yemek yemek ya da çay kahve içmek mümkün.
Burada dinlendikten sonra, dönüş için tekrar aynı yolu izliyorsunuz. Hazine
binasında yeniden dinlenip, burada Bedevi gençlerin develer atlar üzerinde
yaptıkları hareketleri izlemeniz de mümkün. Küçük tezgahlarda tarihi kalıntı
diye irili ufaklı şeyler de
satılıyor. İlginizi çekerse bakın
ama hem gerçek olmadığını düşündüğümden,
hem de çok pahalı olduğundan ben
bunlarla oyalanmayıp, insanları ve kaya kenti izlemeyi tercih ettim.
Geri dönüş
yolunda; Hazine den sonra, yeniden siq kanyonu üzerinden rengarenk kaya
duvarları izleyerek yukarı çıkılıyor. Ama gün boyu yürümenin (4km. gidiş, 4 km. dönüş toplam 8 km.), sıcağın
ve çöl havasının etkisi ile oldukça yorulmuş olduğunuzdan bu çıkış epeyce zorluyor. Hatta yukarı çıkıp ilk geldiğinizdeki giriş kapısına yakın düzlüğe
varınca biraz dinlenip mola vermeniz gerekiyor.
Bu yolun bitiminde bir müze var. Müzede, kazı
sırasında çıkarılmış objeler
sergileniyor. Hepsinin altında İngilizce
açıklamalar da bulunuyor. Ayrıca ilginizi çeker ise Nebatienlerin tarihini,
sosyal hayatını, hukuk sistemini anlatan büyük panolardaki yazı ve resimleri de
incelemeniz mümkün.
Bu heykel Nebatien tanrısı Dushara’ya ait ve M.Ö.
1. yy. civarında yapılmış.
Nebatienler, “Dushrara” adlı tanrıya inanmışlar,
bunun için kurbanlar kesilirmiş ve kelime olarak dağların efendisi, babası anlamına gelmekteymiş.
Meraklısına: Nebatienler; köken
olarak Kuzeybatı Arabistan’da yaşayan göçebe bir kavimmiş. M.Ö.
4.yy’da ilk defa tarih sahnesinde görünmüşler. Ürdün Çölü’nün kenarında yaşıyorlarmış.
Saldırılardan uzak güvenli yer olan Wadi Musa’ya yerleşmişler.
Burada deve, koyun, keçi ve at beslemiş, çölde teraslar kurup üzüm bağları ve
zeytin yetiştirmişler. Ticaret yollarını kontrol
etmeleriyle tanınıyorlarmış. Baharat, tütsü, yağ ve
parfüm ticaretinde ustalaşmışlar. Romalılar ve Helenistik Dönem
Yunanlılarıyla; Perslerle ticaret yapıp, kervanları Arabistan’dan Akdeniz’e,
Mısır ve Mezopotamya’ya sevk etmişler.
Ticaret
sayesinde çok zengin ve nüfuzlu hale gelip, görkemli bir şehir
olan Petra’yı kurmuşlar ve onu geniş̧ bir ticaret krallığının
merkezi yapmışlar. Kullandıkları dil Arapçanın temellerini teşkil eden
Arami dili imiş. Nebatien
Krallığı
daha sonra, Romalıların istilasına uğramış ve MS.
106 yılında Roma topraklarına dahil edilmiş. Depremler, değişen
ticaret yolları ve Haçlı Seferleri’nin ardından şehir
terkedilmiş ve tarihin derinliklerine gömülmüş.
Nebatienler de tarih sahnesinden silinip gitmişler. Bedeviler Nebatienlerin
torunları olduklarını söylüyorlarmış.
Petra’ya giriş ücreti günlük bilet olarak 50 dinar (yaklaşık 260 TL) , ancak saat 16 da antik şehirden çıkmış olmanız gerekiyor. Bir de, akşam
için 20 dinarlık bilet alarak, hava karardıktan sonra yapılan ışık ve ses gösterisini izlemeniz mümkün.
Sonraki gün yolculuk bir başka çöle.
Vadi Rum
Dünyanın en güzel çöllerinden birisi olduğu söyleniyor. Bir zamanlar Nebatienler,
Romalılar, Bizanslıların yaşadığı, Haçlı ordularının, Osmanlının hüküm sürdüğü kızıl topraklar burası. Ay Vadisi olarak da
adlandırılıyormuş. 720 km2 büyüklüğünde çok geniş bir alan. Çölün sessizliği
ve kum tepelerinin güneş ışığının
durumuna göre renk değiştiren kayaları, gizemli ve etkileyici. Gecesinin
de çok güzel olduğu söyleniyor
(sonsuz bir karanlık ve gökyüzünde yıldızları izlemek isterseniz). Ama çölde
çadırlarda geceyi geçirmek epey cesaret ister…
Hicaz Demiryolu
Çölde otobüs ile giderken bir tren istasyonunda
durduk. Çöl kumunun içinde rayları kaybolmuş, sökülmüş, köprüleri I.
Dünya Savaşında Lawrence tarafından
bombalanmış Hicaz Demiryolu’nun, Rum
istasyonu burası. Bir kaç vagon ve lokomotif duruyor ve üzerinde Türk Bayrağı dalgalanıyor.
Çölün ortasında bayrağımızı görmenin gururu, bu demiryolu için dedelerimizin bağışladığı paraları düşünmenin sızısı, İngilizlerin savaş sırasında bölgede Araplara özgürlük (!!!) verme vaadi ile nasıl da stratejik hamleler yaptığını gözlemlemenin tanımlanamaz hisleri içinde resim çekmek için rüzgarın esip bayrağı dalgalandırmasını bekledik…
Meraklısına; Hicaz Demiryolu, İstanbul ile Medine’yi birbirine bağlamayı amaçlayan ve II. Abdülhamit tarafından, 1900-1908 yıllarında inşa ettirilen projenin, Şam ile Medine arasındaki bölümü. Teknik ve malzeme desteği Almanlar tarafından sağlanan demiryolu inşaatında, halkın da bağış yolu ile finansman desteği olmuş. Hicaz Demiryolu inşaatında, 2666 kagir köprü ve menfez, yedi demir köprü, dokuz tünel, 96 istasyon, yedi gölet, 37 su deposu, iki hastane ve üç atölye yapılmış.
Çölde Safari
Çöl acımasız bir doğal ortam. Ama jeep ile çölde safari inanılmaz
keyifli bir deneyimdi. Rahat pantolon, ayakkabı ile başınızı rüzgar ve kumdan korumak için şapka ya da başörtüsü gerekli bu safaride.
Bir süre arabada gittikten sonra, bir kum
tepesinin yanında durduk hem çölde yürümek, hem de yukarıdan resim çekmek için.
Çok basit gibi görünen bu yürüyüşün
pek de öyle olmadığını birkaç adım
sonra anlıyorsunuz. Ayağınız kuma
batıyor ve yeniden yürümek için epeyce zorlanıyorsunuz. Ama çöl sonsuzluk
duygusu veriyor yürüdükçe, sonsuzlukta sarı kumların içinde kaybolmuş gibi.
Develerin bacakları ince, ayakları geniş olduğundan
dalga geçercesine yanımızdan yürüyüp gidiyorlar.
Bir de çölün zorlu koşullarında yaşamaya alışkın çölün
efendisi Bedeviler var. Çölün kayalarının arasında uzun siyah bir kıl çadırın
içinde çay ikram ediyorlar ve yöresel bazı ürünleri satıyorlar.
Günlerdir çöllerde dolaştıktan sonra yolumuz Kızıldeniz kıyıları idi ve denizi
maviyi görmek içimizi ferahlattı.
Kızıldeniz Kıyıları ve Akabe
Akabe, Ürdün'ün güneyinde Kızıldeniz kıyısında 70.000 nüfusa sahip bir
liman şehri. Ürdün'ün denize açılan tek limanı. Akabe’nin hemen yanında, İsrail'in Elyat şehri yer alıyor. Sahil boyu; yürüyenler, kafelerde oturanlar ile cıvıl
cıvıldı. Burada deniz kenarında keyif yapabileceğiniz gibi, zemininin orta kısmı cam olan tekneler ile denize açılıp
denizaltı manzaralarını izlemeniz de mümkün.
Akabe’ye gelmişken, tarihimiz içinde önemli bir yer tutan Akabe Kalesini görmek istedik.
Ancak içeri girmemiz mümkün olmadı, tadilat varmış. Kale kapısının üzerinde var olan Osmanlı kitabesi kaldırılmış, yerine Ürdün arması konulmuş.
Meraklısına;
7.yy’da Müslümanların idaresine geçen Akabe, 1115 yılında Haçlıların
hakimiyetine girmiş.
Selahaddin Eyyubi, Akabe'yi 1170 yılında Haçlılardan geri almış.
Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında 1516 tarihinde Osmanlı
topraklarına katılan bu şehirde,
hac yollarının emniyeti için bir kale inşa
edilmiş.
Osmanlıların yaptırdığı
bu kale, Evliya Çelebinin seyahatnamesinde de ayrıntılı bir şekilde
anlatılmaktaymış.
I.
Dünya Savaşından
sonra Arabistanlı Lawrence'ın kışkırtmasıyla
ayaklanan Arap göçebelerinin Türk kalesine saldırması ile Akabe, İngilizlerin
eline geçmiş
ve 1946 yılında Ürdün'ün bir şehri
haline gelmiş.
1948'deki Arap-İsrail
savaşından
sonra gelen Filistinli mültecilerle şehrin
nüfusu hızla artmış.
Ürdün'ün önemli bir gelir kaynağı
olan fosfat Akabe limanından ihraç edilmekteymiş.
Rengarenk bir gün batımında veda ettik
Kızıldenize. Gezinin son durağı olan
Ölü Denize yaklaştığımızda hava kararmıştı. Lut’un karısı olduğu düşünülen
kayayı silüet olarak gördük.
Meraklısına; Lut
Peygamberin, bugünkü İsrail ve Ürdün sınırı arasındaki bir bölgede yaşayan Lut
Kavmine gönderildiğine inanılıyormuş. Lut Kavminin gazaba uğratılarak
yok edildiğine inanılan bu bölgede, bir tepenin üstündeki
ince uzun heykel gibi bir kayanın, taşa dönen Lut’un karısı olduğu
rivayet olunuyormuş.
Ölü
Deniz
Lut Gölü ya da Ölü Deniz, dünyanın deniz
seviyesinden en alçak seviyede olan gölü. Mineral içeriği fazla ve çok tuzlu olduğundan içinde canlı yaşamıyor. Kenarındaki çamurun minerallerinin şifalı olduğu
söylendiğinden, çamur banyosu da
yapılıyor.
Deniz seviyesinin 420 metre altıda bulunan Lut
Gölü kıyısında; plaj şemsiyelerinin
altında şezlonglara uzanıp, manzarayı seyrederken gölün karşı tarafı İsrail
kıyıları.
Suya girilen kısmın kenarındaki taşlar çok kaygan (yağlı gibi) olduğundan, bir
görevli suya girmek isteyenlere yardımcı oluyor. Suyun, gözünüz ile temas
etmemesi konusunda uyarıda bulunuyorlar. Suyun içinde batmak mümkün değil, hareket etmek de çok zor. Ben kenarında
durup, yüzüme çamur sürmekle yetindim.
Burada Ölü Deniz minerallerinden yapılmış sabun ve kremler satılıyor. Gitmişken almadan dönmeyin. Dönerken; valizimde sabunların kokusu, zihnimde
kadim toprakları görmenin keyfi vardı. Ortadoğu’yu bütün olarak tanımak ve anlamak için resmin bir parçası da
Ürdün. Ürdün genç bir devlet, ama geçmişinde
birçok medeniyet ve devletin bıraktığı
izler var. Turistik bir gezi yaparken aslında tarihte- zamanda bir yolculuk
yapmak ve çölün sonsuzluğunu
hissetmek isteyenler için ideal bir gezi rotası.
Gezi esnasında, yan yana ülkelerin benzerlik ve farklılıklarını gözlemlerken, sınırların tam olarak neyi yansıttığını ben çözemedim. Ürdün’lü şair Hisram Bustani’nin sözleri acaba bunu mu yansıtıyor?
Nehirle nehir kıyısı arasındaki sınırı kim çizdi?
Rüzgarla bulut arasındaki sınırı kim çizdi?
Kaynakça
Gezi rehberinin anlattıklarından tutulan notlar
T.C. Amman Büyükelçiliği web sayfası
Wikipedia
Bernars LEWİS-
ORTADOĞU İKİ BİN YILLIK ORTADOĞU TARİHİ, ARKADAŞ
YAYINLARI, 2014
William L. CLEVELAND, MODERN ORTADOĞU TARİHİ, AGORA KİTAPLIĞI, 2008
Nerimancım bi da diğer gezi yazıların gibi çok aydınlatıcı olmuş. Ellerine emeğine sağlık. Umarım birgün kendi gözlerimle de görebilirim.
YanıtlaSilMeraklısına diyerek verdiğiniz bilgiler,özellikle Petra ve Lut Gölü (ki Ürdün deyince cok görmek istediğim yerlerdir), çöller, künefe 😊, bir solukta okudum. Ellerinize sağlık Neriman Hanım.
YanıtlaSilTarihle bugünü ne güzel harmanlayarak sunuyorsun Nerimancigim, ellerine sağlık. İçimdeki ses bu gezilerinin ve yazılarının devamının geleceğini söylüyor..
YanıtlaSilÇok ayrıntılı ve tanıtıcı olmuş.
YanıtlaSilEllerinize sağlık.
Kendimi anlattıklarının içinde kaybettim. Çok yalın ve etkileyici olmuş yazdıkların. Tebrikler. Serap yalçın
YanıtlaSilBir başka sevdiğim gezgin Neriman..Keyifle okudum. Yıllar önce bir gezi durağı olarak bir gece 2 gün Amman da kalmıştım. Anılarımı canlandırdın. Bedevi çadırında müzik eşiğinde kuzu çevirme yemiş, Lut gölünde epey zaman geçirmiş, hatta gelirken yanımda gölün çamurundan getirmiştim. Sağolasın Nerimanım.
YanıtlaSilAnkara Üniversitesi Kültür Gezginleri'nin organize ettiği bu kültür operasyonu, ekibin tarihinde bu güne kadar o bölgeye yapılan gezilerin en güzeli idi. Yazı ve fotoğrafları ile geziyi ebedileştiren ve Türk gezginlerinin bilgisine sunan sn. Neriman Yaşar'ı tebrik ediyorum. Prof.Dr.Dr.Aykut Mısırlıgil
YanıtlaSilOrtadoğu coğrafyasıyla, kültürüyle bir derya. Bir de güzel anlatılınca okumak çok büyük bir keyif. Teşekkür ederiz edebi ve bilgi dolu anlatımınız için...
YanıtlaSilHilal Tezcan