Gezgin: Hürol SİPAHİOĞLU
Belgrad,
Tuna Nehri denince hemen akla gelen şehirlerden değil, halbuki onlar
kadar (Budapeşte, Viyana ) büyük, önemli ve görkemli. Onlar kadar güzel olup
olmadığı görmek içinse, gitmek, kendi gözlerimizle görmek gerek.
Öte yandan Belgrad, özellikle Osmanlı tarihi açısından önemli bir yer. Belgrad’ın Osmanlı İmparatorluğuna katıldığı dönem, Osmanlının yıldızının gökyüzünde olanca haşmetiyle parladığı, İmparatorluğun gücünün zirveye ulaştığı bir dönem. Belgrad’ın Osmanlı hakimiyetinden çıkışı ise, duraklama ve gerilemenin, Kanuni Esasi ile, Tanzimat Fermanı, ilan edilen Meşrutiyetler ile geciktirilse de, kaçınılmaz çöküşe dönüştüğü bir dönem.
Önce Video ile Gezmek İsterseniz
Belgrad’ı öne çıkaran bir de, efsaneleşen eğlence hayatı
var; Sava Nehrinin her iki kıyısında yer alan yüzen kafeler, barlar,
lokantalarla, kafana denen meyhane-tavernalarla felekten bir tatil çalmanın
peşinde olanlar için de gidilmesi gerek bir yer.
Belgrad Sırbistan’ın başkenti; şimdilik
vizesiz ve Türkiye’ye çok yakın, yaklaşık 1 saat 20 dakikada Belgrad’ın Nikola
Tesla Havaalanına varılıyor. Havaalanından
çıkmadan biraz dinar bozdurdum, şehir içinde
bir çok döviz bürosu var ve merkezdeki oranlar daha iyi ama yapılacak bir şey
yok. Havaalanından toplu taşıma ile şehir merkezinde, Savalama’daki ana tren istasyona ve (Sava
Katedraline yakın) Slavija Meydanına ulaşılabiliyor; A1 ve 72 numaralı
otobüslerle. Havaalanı çıkışında taksiye binebilirsiniz ama önce ‘gelen yolcu’ bölümdeki yerden ön
ödemeli taksi isteyin, gideceğiniz yere göre bedel, peşin alınıyor ve
efsaneleşen kazıkçı Belgrad’lı şoförlerle muhatap olmuyorsunuz; gerçi benim taksi
şoförleriyle ilgili deneyimlerim hiç öyle değil.
Önce otel. Ben Villa Forever Oteli’nde
kaldım. Daha çok hostel yapısında. Gayet
küçük, temiz ve şehir merkezine çok yakın, kahvaltı da yeterli. Ama Otelin
güzel bir hizmeti vardı, havaalanından taksi ile alıyorlar, 17 Euro karşılığı...
Zaten havaalanından merkeze yaklaşık 15 Euro tutuyor deniliyor. Aklınızda
bulunsun.
Havaalanı şehre 15 kilometre uzaklıkta,
banliyölerden, sanayi bölgelerinden
geçip Yeni Şehir (Novi Beograd) üzerinden şehir merkezine varıyoruz. İşte o an, bir görünüp bir kaybolan Tuna ve
Sava nehirlerinin manzarası insanı çarpıyor. Evet Belgrad bir Tuna şehri, hem de diğer Tuna
şehirlerinden farklı olarak iki nehrin, Tuna ve Sava’nın birbirine kavuştuğu
noktada. Bu manzara, şehre damgasını
vuruyor.
Belgrad’ta şehir içi ulaşım otobüs ve tramvaylarla
sağlanıyor. Şehirde, hele kışın, turistik gezi otobüsleri olmadığı için, şehir
içi toplu taşımacılık daha çok önem kazanıyor. Gerçi çoğu yer, yürüme
mesafesinde ama toplu taşımaya da ihtiyaç duyuluyor. Araçlara tek biniş 150
dinar ama günlük biletler alınabiliyor. Bir günlük bilet 290 dinar, 3 günlük
bilet 740 dinar, 5 günlük bilet 1040 dinar tutuyor. Ayrıca bizde de uygulanan
tekrar doldurmalık kart da alınabilir, kartın ücreti 250 dinar, istediğiniz
kadar doldurtabilirsiniz ama bu seçenek kısa süreli geziler için gereksiz olabilir. Belgrad’ta Cumhuriyet
Meydanından başlayan bedava yürüyüş turları var; hatta konulara göre
ayrılmışlar (Şehir merkezi, Zemun, Yeni Belgrad gibi) Bir de ücretli yürüyüş turları var (Komunist Belgrad,
Belgrad’ın yeraltı sırları, pub turu gibi). Ayrıca yarım saatliği 50 Euro olan
taksiler var; Şehirde yarım saatlik tur
attırıyorlar, bu süre içinde istediğiniz yerde uzun süre kalabilirsiniz tabii.
Siz bana takılın, otobüs bileti fiyatına gezdireyim sizi.
Otelden şehrin merkezine geçiyorum. Hava
soğuk ama neyse ki yağış yok... Gezerken, şehrin ana merkezi Kalemegdan, sonra
şehrin yürüyerek ulaşılan yerleri, en son da bir araç kullanılarak gezilecek
yerleri göreceğiz. Ana bulvara çıkınca, hemen havaya giriyor insan. Osmanlının
hüküm sürdüğü yerlere gidenlere denir ya, bizden geriye ne kalmış diye... Oralardan
bize kalan, bizde çoğaldıkça çoğalan
Balkan havaları hemen sarıyor insanı, sanki bir yerden Candan Erçetin
devam edecek şarkıya... Bende havaya
giriyorum, yürürken içimdeki müziğin temposuna kaptırıyorum kendimi: asi perçem
dökülsün haydi, haydi, haydi...
O zaman asi perçemin götürdüğü yere
gidelim. Geliyoruz Belgrad...
Kalemegdan
Gezimize Belgrad’ın
olmazsa olmazı Kalemegdan’ı görerek
başlayalım. Belgrad’ta tek bir yer görecekseniz bu Kalemegdan olmalı ve
sonrasında Mihaliova Caddesinde yapacağınız bir yürüyüş. Bu yürüyüşü sonraya
bırakıp Kalemegdan’a doğru yönelelim.
Meraklısına
Kalemegdan yukarı kısım ve aşağı
kısım olarak ikiye ayrılıyor. İlk yerleşim ise korunma ve savunma amaçlı olarak
üst kısımda, tepede görülüyor. Kalemegdan’ın üst kısmı, aslında neolitik
dönemden beri bir yerleşim alanı. Ama ilk izler Keltler’e ait; bölgeye gelen
Traklara üstünlük kuran Keltler’in MÖ 2. yüzyılda burada tarım yaptığına dair bulgular
elde edilmiş. Roma İmparatorluğunun askeri üssü olarak da kullanılan alan daha
sonra Bizans etkisine girmiş. 442 yılında Hun istilalarından nasibini alan,
hatta Atilla’nın mezarının burada olduğu söylencesinin yayılmasına neden olan
dönemden sonra 539 yılında tekrar Bizans hakimiyeti başlamış.577 yılında
Slavların, 582 yılında Avarların akınlarından sonra Bizanslar tekrar Şehri ele geçirmiş. 8 ve 9 yüzyıllar arasında
bir dönemden itibaren Şehrin ismi ‘Beyaz Şehir/Beolgrad’ olarak kullanılmaya
başlamış. 878 yılında Papa John VIII’in Bulgar Prens Boris’e yazdığı bir
mektupta ilk defa Beograd (Beyaz Şehir) ismi
geçmiş. Bizans hakimiyetindeyken bir çok kez Haçlılar ordusunun gazabına
uğrayan şehir, bir dönem Slavların elinde kalsa da 15 yüzyıla kadar Macarlar
hakimiyetinde kalmış. 1404 yılında Bizanslılar tarafından Belgrad Slavların
başkenti olarak belirlenmiş. Despot
Stefan’ın ölümü olan 1427 tarihine kadar Belgrad, müreffeh bir dönem yaşamış,
bu dönemde Belgrad (Kalemegdan) üst ve alt kısım olarak ayrılmış, kale
duvarları ve köprüler onarılıp yenileri yapılmış. 1440 tarihinde ise ilk defa
Osmanlı akıncıları ile tanışan Şehir, 1456 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından
kuşatılmış ama alınamamış. Ancak 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman Şehri ele
geçirmiş. 1688 yılından sonra Şehirde Avusturya etkisi artmış. 1867 yılına kadar
Belgrad, Osmanlılar ile Avusturyalılar
arasında el değiştirmiş durmuş ancak 1867’de,
Şehir Osmanlılar tarafından Prens Mihailo Obrenovic’e teslim edilmiş. Sonra Belgrad’ta Avusturya
hakimiyeti başlamış. Sonra isyanlar, suikastlar, savaşlar, ayrılmalar...II
Dünya Savaşı sonrası 1945’te Mareşal Josip Broz Tito, Yugoslavya Federal Halk
Cumhuriyeti’nin kuruluşunu açıklamış, başkenti Belgrad olan ülkenin adı 1963
yılında Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti olarak değişmiş. 1992 yılında
dağılan ülke topraklarında yoğun acılar yaşandığını hatırlıyoruz. 1999 yılında
Kosova savaşını takiben NATO tarafından bombalanan Belgrad, acılarını hala
hatırlıyor. Ülke 2006 yılından beri ise Sırbistan Cumhuriyeti olarak tanınıyor.
Bölgede 800’lü yıllardan beri bulunan Sırplar, 1217’de Krallık, 1346’da Krallık, 1459’da Despotluk olarak yönetildikten sonra Osmanlı hakimiyetinde yaşamışlar.1878 yılında bağımsız krallık, 2006 yılında ise cumhuriyetle yönetilen bir ülke kurmuşlar.
Kaleye girmeden
Belgrad’ın belki de en büyük ve güzel parkı sizi karşılayacak. Burası önceden
Kale’yi şehirden ayıran boş alan olarak düşünülmüş ama 19 yüzyıl ortalarında
buranın askeri önemi kaybolunca Avrupadakileri
örnek alarak bir park yapılması planlanmış. 1867’de Emilijan
Josimovic tarafından ilk tasarımları yapılmış. Park, Sava Nehrine kadar
uzanan Büyük Kalemegdan ve Dorcol
semtine kadar uzanan Küçük Kalemegdan olarak ikiye ayrılmış halde planlanmış.
Bugün parkta spor alanları, çocuk parkı, havuzlar ve heykeller, konser alanı, müzeler,
galeriler, hayvanat bahçesi gibi bölümler yer almakta.
Örneğin burada bir
sanat galerisi (Pavilion Cvijeta Zuzoric) bulunmakta. 16 yüzyılda yaşayan
Dubrovnikli kadın şair adına 1928 yılında açılan galeri, art deco tarzında yapılmış
ve halen çeşitli koleksiyonlara ev sahipliği yapmakta.
Ben de girdim, gördüm ve çıktım-Anlamıyorum ben bu işlerden...
Parkta ayrıca balıkçı çeşmesi ve Fransa’ya Şükran heykeli de görülebilir. Fransa’ya Şükran Heykeli, Ivan Mestrovic tarafından yapılmış ve Fransa’nın I.Dünya savaşı sırasındaki yardımlarına duyulan şükran nedeniyle, 1930 yılında, I.Dünya savaşının bitiminin on ikinci yılında sergilenmeye başlamış. Heykelin üstünde yer alan bronz, eli kılıçlı kadın heykeli Fransa’yı temsil ediyormuş. Burada önceden Balkan Savaşları kahramanı Karadjordjevic’in heykeli varmış ancak o heykel 1915’te Avusturya bombaları sonucu yıkılmış.
Parkta ayrıca balıkçı çeşmesi ve Fransa’ya Şükran heykeli de görülebilir. Fransa’ya Şükran Heykeli, Ivan Mestrovic tarafından yapılmış ve Fransa’nın I.Dünya savaşı sırasındaki yardımlarına duyulan şükran nedeniyle, 1930 yılında, I.Dünya savaşının bitiminin on ikinci yılında sergilenmeye başlamış. Heykelin üstünde yer alan bronz, eli kılıçlı kadın heykeli Fransa’yı temsil ediyormuş. Burada önceden Balkan Savaşları kahramanı Karadjordjevic’in heykeli varmış ancak o heykel 1915’te Avusturya bombaları sonucu yıkılmış.
Daha sonra Karadjorke (Kara George) Köprüsünden
geçerek Kale’nin dış avlusuna giriliyor. Bu bölüme bir de tam karşı tarafta
1840-1860 yıllarına tarihlenen Dış
İstanbul Kapısından giriş bulunmakta.
Meraklısına
Kara George, Osmanlılara karşı
isyan hareketini başlatanlardan...1806 yılında Kalenin alınmasında etkili olan
Kara George’a atfen bu Köprüye adı verilmiştir; daha sonra kapı kapatılmış ve
fakat 2.Dünya Savaşı ertesinde yeniden açılmıştır. Bu alanda, Dış İstanbul Kapısı ile Kara George Kapısı
arasında Tabya Karakolu binası
bulunmakta, 2.Dünya Savaşında askeri üs olarak kullanılan binanın 18 yüzyılda
vezir Mustafa Paşa’nın ikametgahı olduğu düşünülmekte.
Kara George Köprüsünün
altındaki avluda ise, tenis sahaları ve
dinazor heykellerinin görüldüğü Doğal
Tarih Müzesi var.
Bu bölümde ilgi çekici
bir yer de Askeri Müze. 1878 yılında Prens Milan Obrenovic tarafından kurulan
Müzede, 30.000 adetten fazla parça sergilenmekte. Bunlar arasında arkeolojik
buluntular, muhtelif dönemlere ait silahlar, askeri uniformalar, madalyalar
var. Müzenin dış alan sergisinde daha
çok ağır silahlar bulunuyor, II.Dünya Savaşı dönemimdeki tanklar, toplar falan.
Müze içinde de antik dönemden bugüne çeşitli silahlar, askeri giysiler,
madalyalar görülebilir. Sırplar tarafından düşürülen US F-117,
Müzenin önemli parçalarından. Kral
Aleksandar I Karadordevic’e yapılan saldırı sırasında giydiği
elbiselerin sergilendiği bölüm Sırplar için önemli olsa gerek. Ama bizler için en önemlisi, Osmanlı döneminden
kalan silahlar ve askeri elbiseleri...
Daha sonra 1750’li
yıllarda yapılmış İç İstanbul Kapısı ile
Kalenin iç avlusuna giriliyor. Burası da bir köprü ile 17 yüzyıl yapımlı Saat Kule Köprüsüne bağlanıyor. Köprünün hemen yanında 17 yüzyılda Andrea Cornaro
tarafından inşa edilmiş Saat Kulesi bulunmaktadır. Artık Kale’nin içindeyiz.
- Meraklısına
- Kale; MS 1 yüzyılın sonlarına doğru IV Lejyonun karargahı olarak Romalılar tarafından yapılmış. Romalılardan geriye kalan nehir tarafındaki savunma duvarları, o da kaç kere yıkılıp onarılmış. Bir de tam da ne zaman yapıldığı bilinmeyen ama Romalılara atfedilen Roma Kuyusu. 60 metre derinliğinde, 3,40 metre eninde olan Kuyu, son şeklini 18 yüzyıl başında Avusturya hakimiyeti sırasında almış. Çift spiral merdivenle su seviyesine inilen Kuyu, pek de hayırla anılmıyor...
Kalenin dış ve iç
bölümlerine giriş sağlayan 10 kapı var;
bunlar yukarı Kale’de... Bir de Kalenin aşağısında yer alan 6 kapı bulunmakta. İç ve Dış İstanbul
Kapıları, Kalenin en önemli giriş-çıkış noktaları ve Kale’deki Osmanlı
izlerinden... Bir ilgi çekici Kapı da, 17
yüzyılda yapılan Defterdar Kapısı; tabii, maliyeciler öyle her kapıdan geçmezler,
bu da sadece dik bir merdivenle ulaşılabilen bir kapı...
Galiba despotlar da her kapıdan geçmiyor; bir de Despot Kapısı var, 1404-1427 yıllarında yapılmış. Despot Stefan Kulesinin hemen yanında. Eh despot olur da, zindanı olmaz mı; bir de Zindan Kapısı var. Despot Kapısından bir köprüyle geçilen Zindan Kapısı, iki yuvarlak kule arasında ve bu Kapıda bir köprüyle Leopol Kapısına bağlanmakta. 18 yüzyılda Osmanlılar tarafından zindan olarak kullanılan kulelerden dolayı buraya bu isim verilmiş.
İsimler aynen böyle: Defterdar, Zindan, Despot... Bence en güzelleri İç İstanbul ve Despot Kapılarıydı... Despot Kapısının beyaz taşları, Şehre ismini de vermiş; beyaz şehir anlamına gelen Belgrad’ın beyazlığı bu taşların renginden geliyormuş
Galiba despotlar da her kapıdan geçmiyor; bir de Despot Kapısı var, 1404-1427 yıllarında yapılmış. Despot Stefan Kulesinin hemen yanında. Eh despot olur da, zindanı olmaz mı; bir de Zindan Kapısı var. Despot Kapısından bir köprüyle geçilen Zindan Kapısı, iki yuvarlak kule arasında ve bu Kapıda bir köprüyle Leopol Kapısına bağlanmakta. 18 yüzyılda Osmanlılar tarafından zindan olarak kullanılan kulelerden dolayı buraya bu isim verilmiş.
İsimler aynen böyle: Defterdar, Zindan, Despot... Bence en güzelleri İç İstanbul ve Despot Kapılarıydı... Despot Kapısının beyaz taşları, Şehre ismini de vermiş; beyaz şehir anlamına gelen Belgrad’ın beyazlığı bu taşların renginden geliyormuş
Kale içi, geniş, bol
ağaçlıklı bir alan, artık gezi bölgesi gibi kullanılıyor. Kale’nin en çarpıcı
yanı ise manzarası... Sava ve Tuna’nın
birbirine karıştığı noktaya yukarıdan
bakan Kale’nin manzarası büyüleyici; tam iki nehrin birbirine karıştığı yerde,
üstünde pek bir yerleşim olmayan Veliko Ratno Ostro (Büyük Savaş Adası) olması, manzarayı iyice
etkileyici kılıyor. Artık ruh durumuna göre, Kale’de manzaraya karşı bir
çilingir sofrası da kurulsa, sabaha kadar ‘mehtaplı gecelerde hep seni andım’ı
söyle dur…
Ben gündüz vakti gittim
ve hava dondurucu, mehtaplı geceyi görecek halim yok, onun için oradaki anıt ve
yapıları görmeye yöneliyorum. 1740-1789 yılında yapılmış Saat Kulesini görmemek mümkün değil; Kapısı da hemen altında. (Yanında da Barok
Kapı var ve sonra İç İstanbul Kapısı...) Kale içinde göze çarpan bir yapı
da, 1716 yılında Petrovaradin Savaşında ölen
Damat Ali Paşa’nın Türbesi... Bu
Türbede ayrıca Tepedelenli Selim Paşa ve Çeşmeli Hasan Paşa’nın naaşları da
varmış.
Kale içindeki bir Osmanlı
yapıtı da, Sırp kökenli Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1577 yılında yaptırılan Çeşme...Çeşmenin hemen yanında
da, 1456 yılında Osmanlıların Belgrad kuşatması sırasında kahramanlık gösterip
kuşatmayı başarısız kılan Stefan Lazarevic
anısına yapılmış surun kalıntıları var. Ama Lazarevic erken sevinmiş; 100 yıl geçmeden Kanuni Süleyman gelip alacak buraları nasılsa.
Hoş, 1867 yılında da
Osmanlılar Belgrad’tan çekilecek. Sultan Abdülaziz’in fermanı İç İstanbul
kapısı önünde okunarak,Şehrin anahtarı Prens Mihailo’ya teslim edilecek ve Osmanlının Belgrad üzerindeki hakimiyeti
bitmiş olacak. O günün anısına yapılan Şehrin Anahtarının Teslimi Anıtı, Kale
içinde görülebilir.
Kalenin belki de en dikkat
çekici anıtı ise, 1. Dünya Savaşı sırasında Yunan cephesinde gösterilen
başarıların anısına 1928 yılında Ivan Mestrovic tarafından yapılan 14 metre yüksekliğindeki Pobednik Anıtı (Zafer Anıtı). Bir elinde kılıç bir elinde güvercin olan bu
heykel, fazla çıplak bulunarak Şehir merkezinden buralara taşınmış ama bence
iyi olmuş; bu nefis manzaranın keyfini en çok o çıkarıyor, bir yandan da Şehrin
siluetine katkısı oluyor.
Sokullu Mehmet Paşa
Çeşmesinin ilerisindeki Defterdar Kapısından, Kalemegdan’ın aşağı kısmına
inilebilir. Aşağıya inen yolda iki
kilise mevcut. Ruzika Kilisesi (Crkva Ruzika), Stefan Lazarevic zamanında aynı
yerde bulunan Sırp Ortodoks kilisenin 1521 yılında Osmanlılar tarafından
yıkılmasından sonra inşa edilen barut deposunun 1867 yılında tekrar kiliseye
çevrilmesiyle ortaya çıkmış. Sırp askerleri için yapılmış. Kilise girişinde iki
askerin heykeli bulunmakta; biri Sırp İmparator Stefan Dosan’ın dönemine
tekabül eden 14 yüzyılın ilk yarısından bir asker, diğeri ise 1912-1913 Balkan
savaşlarına katılan askerlerden... Ben gittiğimde Kilise içinde bir tören
vardı. Özellikle Kilise önünden Sava-Tuna manzarası insanı hidayete erdirecek
cinsten.
Kilisenin hemen yanında
ise Crkva Svete Petke (Aziz Petka Şapeli) var. Mucizevi özelliklere sahip bir
aziz olan Petra için yapılan minik bir Sırp Ortodoks Kilisesi, Belgrad gezim boyunca tadilatta olmayan,
içerisini tam olarak görebildiğim kiliselerden... Freskoları, duvar süslemeleri
abartılı ve ilginç. Aziz Petka’nın
bulunduğu yerden çıkan suyun iyileştirici etkisi olduğu düşünülüyor, bu nedenle
bir görevli biteviye şekilde bir
kazandan pet şişelere su dolduruyordu. Bu Şapel/Kilise, eski yapının yerine 1937
yılında yeniden yapılmış olan bina.
Burada ayrıca 15 yüzyılın ikinci yarısında, Nebosja Kulesiyle aynı dönemde, taş ve tuğladan yapılan, içinde 15 kadar top konulabilen Jaksic Kulesi görülebilir. Buranın önünde bir çelenk var. Burası da 1915’de ölen askerlerin kemiklerinin konduğu yermiş.
Artık buradan tamamen düzlüğe iniyoruz, aşağı şehirdeyiz. Burada bir Osmanlı Hamamı, askeri mutfak, barut deposu var. Askeri mutfak Osmanlılarca 19 yüzyılın ilk yarısında askerlerin ihtiyacı için yapılmış. Barut deposu 1718 yılında Avusturyalılar tarafından yapılmış.
Hamam ise 19 yüzyılda Osmanlılar tarafından yapılmış ama daha çok Sırp askerleri tarafından kullanılmış, şimdi ise planetarium olarak kullanılıyor.
Düzlüğün sağında 1718
ve 1736 yılları arasında, bölgeye yeni bir hava vermek için barok tarzında
yapılan Kanaja Kapna VI (VI.Carlo Kapısı) ile alandan dışarı çıkılıyor, buradan
düz ilerleyince Vidin Kapısından aşağı şehirden çıkmış oluyorsunuz. Hemen yan
tarafta hayvanat bahçesinin duvarı var.
Bu alanda dikkati çeken bir yapı da, Nehir’e yakın tarafta, hatta aradan geçen otobanın öbür tarafında kalan Nebojsa Kulesi. Şu an adeta Belgrad tarihi veya savaş müzesi gibi kullanılan kule, 1460’lı yıllarda Türklere karşı mücadele için, ağır silah kulesi olarak yapılmış. Yapıldığı dönemin mimarisini gayet iyi yansıtan bir yapıymış. 1521 yılındaki Osmanlı kuşatması sırasında Kule tahrip olmuş, daha sonra Kanuni Sultan Süleyman tarafından imar edilmiş, o dönemde Kulenin adı Beyaz Kule imiş. Savunma konusundaki önemini kaybedince zindan olarak kullanılmış. 18 yüzyıl sonunda ise Osmanlı zulmünün simgesi haline gelmiş. Kuleye giriş 200 dinar ama bence dışarıdan görmek yeterli; içerdeki görseller internetten bile ulaşabileceğiniz şeyler, bilgiler de öyle, ayrıca Kulenin çıkışı yok; püfür püfür bir Sava havası alayım deseniz, mümkün değil...
Böylece Kalemegdan
gezimiz bitiyor, gezdik, dolandık ve yorulduk. Ama bir yanımızda yükseklerdeki
kale çıkışı, bir yanımız vızır vızır otoban. Şimdi ne olacak? Ya titreyen
dizlerinizle o tepeyi geri çıkacaksınız ya da otobanda uzun bir yürüyüş veya
otostop... Ama hayır, çaresiz değilsiniz,
kurtarıcınız burada; sırtınızı Kaleye verirseniz hemen VI Carlo Kapısı,
sonra da Vidin kapısından çıkarsanız hayvanat bahçesi duvarına varırsınız, onun
yanında da 5 numaralı tramvayın son durağı sizi beklemekte. Ya da solunuzdaki Sava Kapısına doğru yürürseniz, orada da 2
numaralı tramvayın son durağı bulunmakta.
Şehir İçi Gezilecek Yerler
Kalemegdan ayrı
tutulursa, Şehrin merkezinde yer alan ve yürüyerek görülebilecek yerleri bir araya
topladım. Aslında burası Şehrin hem en eski hem de en canlı merkezi... Yürüyüş
yapmak ve şehrin nabzını tutmak için en güzel yer. Kalemegdan ve Aziz Michael
Kilisesinin bulunduğu bölge, Şehrin en eski bölgelerinden. Yine Şeyh Mustafa
Türbesinin bulunduğu, Dositej Lisesi civarı da en eski şehir yerleşim bölgelerinden biriymiş. Belgrad’ın
Osmanlı hakimiyetine girdiği dönemde Şehir Tuna-Sava nehirleri ve şehrin kale
duvarları arasında kalan bölge imiş, bu bölge de şehrin kıyıları oluyormuş.
Şimdi Kalemegdan
parkından başlayıp Knez Mihailova boyunca yürüyecek, oradan da Taş Meydana
kadar ilerleyeceğiz. Bütün bu gezi (Kalemegdan ‘da dahil) bir gününüzü almaz;
ancak aklınızda bulunsun, kışın bir çok yer kapalıydı, özellikle Eski Saray,
Yeni Saray’ı görmek isterseniz tur saatlerini öğrenmeniz gerekir, süre de buna göre sarkabilir. Öte yandan Kalemegdan
tüm gününüzü bile alabilecek bir sayfiye alanı, sadece gezip görmek amacınız
olduğu varsayımıyla bu süre verilmiştir, sonra benden hesap sorulmaya...
Knez
Mihailova (Prens Mikail) Caddesi, bir turist için
neredeyse bir ana üs konumunda, bu nedenle otel seçiminizi de bu caddeye göre
yapmanızda fayda var. Kalemegdan Parkından başlayıp Terazije Caddesine kadar
uzanan, trafiğe kapalı bu cadde, Sırp mimarisiyle harmanlanmış neo klasik, neo
Bizans, art nouveau yapılara ev sahipliği yapmakta. Belgrad toplu taşımacılığının ana
noktalarından biri olan Republike Meydanının, Milli Müzenin, Etnografya Müzesinin,
Milli Tiyatronun, Belgrad Katedralinin de hemen bu cadde etrafında olduğu
düşünülürse, Knez Mihailova’nın bir turist için önemi daha açık ortaya çıkar.
Cadde bir merkez olmanın dışında, kendi başına da bir yaşam alanı. Noel öncesi
olduğundan renkli, minik hediyelik dükkanların yanında, şık kafeleri, barları,
tavsiye edilebilecek nitelikte
lokantaları, dünyaca ünlü markaların (diğer şehirlere göre daha mütevazi)
mağazaları, sokak sanatçıları, sahafları, antikacıları ile sizi oyalayacaktır. Sanki Beyoğlu’dan şık, Nişantaşından sönük bir
bulvar... Bulvara açılan yan sokaklar ise, yine ilginç yerlere götürecektir;
örneğin Belgrad’ın en eski sokaklarından Kralija Petra Sokağı’na ya da
(I.Kosova Savaşında Sultan Murat
Hüdâvendigâr’ı öldürdüğü düşünülen Sırp asilzadesi) Milos Obilic Anıtına-
görmek ister misin bilmem tabii... Burası sizin hem gezilerinizin kalkış
noktası hem de eğlence ve alış veriş merkezlerinizden olacak.
Knez Mihailova’yı kesen
Vuka Karaddizica Sokağından Studentski
Trg’a çıkabilirsiniz. Burasının önemi nedir; sizi şehrin her tarafına
taşıyacak bir sürü otobüs hattının başlangıç yeri burası. Ayrıca isminden de
anlaşılacağı üzere, üniversite bölgesi. Burada Belgrad Sinematek’i, Belgrad
Senfoni Orkestrası ve Etnoğrafya
Müzesi yer alıyor. Müze, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyet’ini
oluşturan farklı bölgelere ait köy ve şehir hayatına yönelik eserleri
içermekte; giyim, takı, ev eşyası koleksiyonları ve gündelik hayat
canlandırmaları mevcut, giriş 150 dinar, kısıtlı zamanınız varsa atlanabilecek
bir yer.
Knez Mihailova’dan düz devam ederseniz, Şehrin kalbi
denebilecek Trg Republike’ya
varacaksınız. Burası insanların doğal buluşma yeri (Taksim, Kızılay, Konak gibi). Meydanda Prens Mihailo’nun at üstünde bir heykeli bulunmakta. Bu alan
Belgrad’ın ünlü yürüyüş turlarının da başlangıç noktası; gönüllülerce
gerçekleştirilen bu turlar kış döneminde Şehirdeki tek turistik turdu. İlk hayal kırıklığımı da burada yaşıyorum.
Meydanın ana noktasında bulunan art nouveau tarzındaki Milli Müze (Narodni Muzej)
ilk ziyaret etmek istediğim yerlerdendi ama 10 yıllığına kapalı. Bir müzenin bu kadar uzun süre kapalı olması ne
demektir; içindeki eserleri sil baştan yeniden yapsan o kadar sürmez. Bir
gezginin serzenişleri bunlar;. bu serzenişleri
görevliye de yaptım: ‘10 yıla kadar ölmüş oluruz’ dedim, bana baktı ve doğru
dedi. Al lafını otur... Müzeye girebilseydim 1190’lardan kalma Kiril el yazması
Miroslav İncilini görebilecektim. Ayrıca
1844 yılında kurulmuş Müze’de Rubens, Van Gogh, Modrian, Picasso, Renoir, Monet
gibi bir çok sanatçıya ait eser de mevcutmuş. Müzenin hemen karşısında ise
Milli Tiyatro binası yer almakta.
Bu arada Trg
Republike’de, Knez Mikailova tarafında turizm danışma ofisi ve yanında Sırp El
Sanatları sergi ve satışının yapıldığı yer var. El ürünü objelerden antika
eşyalara kadar geniş bir yelpazesi var, mutlaka bakın derim.
Knez Mihaliova sonunda
Terazije Caddesi başlayacak ve muhteşem Hotel
Moskva binası dikkatinizi çekecektir.
Terazije, eski şehrin merkezi olarak kabul edilmekte; ismini ise 200
yüzyıl öncesinden şehrin su ihtiyacını karşılayan su kulelerinden almaktaymış.
Bugün bu kuleler yok ama bir tane çeşme var. Terzije’den devam ederseniz, Şehir
Meclisi (Skupstina Grada) ve Başkanlık
Sarayı (Predsednistvo) binalarını
göreceksiniz. Eski Saray olarak da bilinen Şehir Meclisi, 1882-1884 yıllarında akademist
tarzın bir örneği olarak Obrenovic
Hanedanının ikamet binası olarak yapılmış. Bu bina, bir kral ve kraliçenin
katline tanık olmuş; sert yönetimi nedeniyle pek sevilmeyen Kral Aleksandar
Obrenovic, eşiyle birlikte burada öldürülmüş. 1911-1912 yılları arasında yapıldığı için Yeni
saray olarak da bilinen Başkanlık Sarayı ise, Kral Aleksandar Karacorcaviç’in
ikametgahı olarak yapılmış. Söz konusu binalar, yaz döneminde belli gün ve
saatlerde ziyarete açılıyormuş.
Esas önemli olan bu
binaların yüzyüze baktığı, Kralja Aleksandra Bulvarı üzerindeki Narodna
Skupstina’yı (Milli Meclis) göreceksiniz. Neo Barok tarzında 1938 yılında yapılan bu binanın görkemi, diğer iki binayı gölgede
bırakıyor. Bina, Yugoslavya Parlamentosu ve daha sonra Sırbistan ve
Karadağ Ulusal Meclis Binası olarak kullanılmış. 1901 yılında mimar Ilkica
tarafından tasarlanan Binanın inşaatına 1907 yılında başlanmış. Daha sonra
Yugoslavya ve Sırbistan Karadağ tarafından kullanılan bina, 1990’ların sonu 2000’li
yılların başında yaşananlar sonrasında, 2006 yılında, beşinci bağımsız devlet olarak kurulan
Sırbistan’ın Meclis Binası olmuş.
Binanın önünde bulunan ‘Kara Atların Oyunu’ isimli heykeller ise Toma Rosandic tarafından 1937-1938
yıllarında yapılmış.
Meclis önünde bir
tahta paravan üstünde, 1999 yılındaki Nato baskınında yaşamını yitirenlerin
resimleri bulunmakta, yani kendi kahramanlarının. Her ülke, tarihi kendi
gözlüklerinden okuyor; onlar da o acımasız süreçte yapılanları kendi
bağımsızlık savaşı olarak görüyor herhalde, ölenleri de şehit...
Şehrin sokaklarında dolanırken bağımsızlık mücadelesindeki kahramanlarına ait resimler graffiti olarak duvarlarda da görülebiliyor...
Bu binaların oluşturduğu Trg Nikole Pasica Meydanı, noel nedeniyle ışıltılı, renkliydi. Bu noktada, Broadway tarzı oyunların
sergilendiği Terezijama Pozoristena yer alması, bölgenin canlılığını da
artırıyor olmalı. Burada Terazije üstünde yürürseniz, Kraljia Milana, Resavska
ve Masarivko caddelerinin kesiştiği yerde şehrin bir diğer simgesi 101 metre
yüksekliğindeki Beogradanka’ yı
(Belgrad Sarayı) görürsünüz. Bakın yürüyüp geçin, yüksek bir bina işte...
Buradan yolumuza devam edersek, Tasmajdan (Taş Meydan) ve Crkva Svetog Marka (Aziz Mark Kilisesi)’ne varıyorsunuz. Aziz Mark Kilisesi,1932-1939 yıllarında Krstic Kardeşler tarafından Sırp-Ortodoks tarzında Aziz Mark anısına yapılmış, ilk ayin 1941 yılında düzenlenmiş. İkinci Dünya Savaşında hasar gören Kilise, 1948 yılında hizmete açılmış.
62
metre uzunluğunda, 45 metre eninde, 60 metre yüksekliğinde olan Bina,
tadilattaydı; zaten iç dekorasyonu esas alındığında hiç tamamlanmamış bir yer.
Hazine dairesi önerilen yerlerden, ancak tadilat nedeniyle kapalıydı. Kilise
altında, önemli kişilere ait mezarlar varmış ama tabii oraya da inmek mümkün
değildi. Burada ayrıca katledilen
Aleksandar Obrenovice ve eşinin de
mezarları bulunmaktaymış.
Merkezde, Knez Mihaliova civarında görülecek bir katedral daha var, bu da şehrin silüetine katkısı olan Saborna Crkva (Aziz Mikail Kilisesi). Kalemegdan civarındaki, Kutsal Baş melek Mikail ve Cebrail’e adanan geç barok ve klasisizm tarzındaki Katedral, Milos Obrenovic’'in isteği üzerine Kwerfeld tarafından tasarlanıp inşası 1837-1845 yıllarında tamamlanmış.
Katedral girişinde Sırp dilinin iki ustası, Vuk Stefanovic Karadzic ile Dositej Obradovic’in mezarları bulunmakta. Katedral içinde ise, Prens Milos Obrenovic ve iki oğlu, Prens Milan ve Prens Mihailo ile bazı dini büyüklerin mezarları bulunmakta. Ayrıca iki ortaçağ kahramanı, 1389 yılındaki Kosova Savaşında Osmanlılarca öldürülen Prens Lazar ve Prens Stefan Stiljanovic’in türbeleri de burada.
Katedralin
karşısında ise patrikhane ve yanında Konak
Kneginje Ljubice (Prenses Ljubica’nın Konağı) bulunmakta. Şehrin eski
merkezinde yer alan Konak, 19 yüzyılın
ilk yarısının mimari özelliklerini taşımakta ve Prenses’in yaşam alanını esas alıp dönemin
soylularının hayatından örnekler sunmakta ; ne yazık ki ziyarete kapalıydı.
Bölgede bir de Fresko Müzesi (Galerija Fresaka) var ki, ziyaretçilerin girmesine izin verilmez, diyerek tavrını açık olarak koymuş; iyi, eş dost akraba hısım kendiniz gezin müzenizde.
Bölgede bir de Fresko Müzesi (Galerija Fresaka) var ki, ziyaretçilerin girmesine izin verilmez, diyerek tavrını açık olarak koymuş; iyi, eş dost akraba hısım kendiniz gezin müzenizde.
Merkezde
ayrıca Eğitim Müzesi ile 19 yüzyıl Sırp edebiyat dili reformisti Vuc Stefanovic
ile Sırbistan’ın ilk Eğitim Bakanı Dositej Obradovic’in anısına
tasarlanmış Vuk ve Dositej Müzesi var;
onlara da ben gitmedim.
Merkezde özellikle bizlerin ilgisini çekecek iki
yer daha var. Hemen Kalenegdan parkına yakın Bayraklı Camii (Bajraklı Dzamija) ve
Şeyh Mustafa Türbesi. 1575 yılı civarına tarihlenen Bayraklı Camii’nin kimin tarafından
yapıldığı bilinmiyor. Camii, Pasarofça Anlaşmasından sonra 22 yıl boyunca
kilise olarak kullanılmış, Belgrad
Osmanlılar tarafından geri alınınca tekrar cami olarak ibadete açılmış. Belgrad’ın Osmanlıların elinden çıkmasından
sonra, Sırp hükümeti tarafından müslüman
cemaate tahsis edilen camii, zamanında 250 civarında caminin bulunduğu
Belgrad’ta geriye kalan tek ibadete açık cami imiş. En son 2004 yılında Kosova
olayları sırasında saldırı gören Cami, hala ayakta ve Belgrad’taki %3
civarındaki müslüman topluluğa hizmet vermekte imiş. Ben gittiğimde kapalıydı,
içini göremedim. Şeyh Mustafa Türbesi
ise, 18 yüzyılda yaşayan Şeyh için yapılmış; Şeyh geleceği görebilme ve şifa dağıtma
yeteneklerine sahipmiş.
Buraya kadar gelmişken buradan Şehrin bohem
bölgesi olarak tanınan Skadarlija’ya
geçmeniz çok kolay olur. Hem biraz
dinlenirsiniz hem de keyfinize göre kahve, içki, yemek molası verirsiniz. Internette
dolanan Skadarlija ile Paris’in
Montmartre’ı arasındaki benzetmeyi esas almayın, hayal kırıklığına uğrarsınız,
burası daha çok Montmartre’ın prematür kardeşi gibi… Burası 19 yüzyılda bohem
bir atmosfere sahipmiş, sanatçılar, ressamlar, yazarlar... Hatta burada Sırp
şair Djura Jaksic’in evi de görülebilir, şimdi ise otel olarak kullanılıyor.
Hoş, sanırım burada artık sanatçılardan çok aşçılar önemli çünkü şimdilerde daha çok Sırp mutfağının seçkin örneklerini sunan lokantalar, tavernalar, barlar, kafeler hakim. Belgrad’ın en iyi lokantalarından biri sayılan Seşir Moj (Şapkam) burada, ayrıca Dva Jelena (İki Geyik) , Tri Seşira (Üç Şapka) kayda değer lokantaları...Belki de gece daha çok tadı çıkabilecek bir yer, onun için akşam gezmelerine saklayabilirsiniz. Yani bir bakıma, entel havalı lokanta bölgesi gibi bir yer olmuş, adeta bir
Asmalımescit..
Burası 400 metre uzunluğunda arnavut kaldırımlı araç trafiğine kapalı bir yol, Cumhuriyet Meydanının (Trg Republike) hemen altında Skardaska Caddesinin etrafında Şehrin eski bir bölgesi... Genelde hep canlı Dusanova Caddesi (Cara Dusana) ile Despot Stefan Bulvarını (Bulevar Despota Stefana) bağlayan bir yol. Bu yolun Dusanova Caddesindeki ucunda Beograd Sebil denilen çeşme bulunmakta, karşıda ise içinde yiyecek, içecek, çiçek, giyecek dahil, her şeyin satıldığı açık halk pazarı Skadarlija Pijaca var. Skadarlija’ya yürüyebilirsiniz ama Dusan Caddesi bitiminde, pazarın önünden 2, 5,10 numaralı tramvaylar geçiyor; Despot Stefan Bulvarındaki ucuna ise, 16, 27 E, 35, 43 , 58, 95, 96 numaralı otobüsler geçiyor.
Hoş, sanırım burada artık sanatçılardan çok aşçılar önemli çünkü şimdilerde daha çok Sırp mutfağının seçkin örneklerini sunan lokantalar, tavernalar, barlar, kafeler hakim. Belgrad’ın en iyi lokantalarından biri sayılan Seşir Moj (Şapkam) burada, ayrıca Dva Jelena (İki Geyik) , Tri Seşira (Üç Şapka) kayda değer lokantaları...Belki de gece daha çok tadı çıkabilecek bir yer, onun için akşam gezmelerine saklayabilirsiniz. Yani bir bakıma, entel havalı lokanta bölgesi gibi bir yer olmuş, adeta bir
Asmalımescit..
Burası 400 metre uzunluğunda arnavut kaldırımlı araç trafiğine kapalı bir yol, Cumhuriyet Meydanının (Trg Republike) hemen altında Skardaska Caddesinin etrafında Şehrin eski bir bölgesi... Genelde hep canlı Dusanova Caddesi (Cara Dusana) ile Despot Stefan Bulvarını (Bulevar Despota Stefana) bağlayan bir yol. Bu yolun Dusanova Caddesindeki ucunda Beograd Sebil denilen çeşme bulunmakta, karşıda ise içinde yiyecek, içecek, çiçek, giyecek dahil, her şeyin satıldığı açık halk pazarı Skadarlija Pijaca var. Skadarlija’ya yürüyebilirsiniz ama Dusan Caddesi bitiminde, pazarın önünden 2, 5,10 numaralı tramvaylar geçiyor; Despot Stefan Bulvarındaki ucuna ise, 16, 27 E, 35, 43 , 58, 95, 96 numaralı otobüsler geçiyor.
Şehir içinde uğrayacağımız bir bölge de
Savamala... Burası 1830’lu yıllarda Prens Milos
Obrenovic’in Kale ve Osmanlı yerleşimi dışında bir yerleşim merkezi
kurulması yönündeki emri nedeniyle yerleşime açılmış, 19 yüzyıldaki ihtişamlı
günlerinin ardından mezbeleliğe dönmüş bir alan; yeni yeni restorasyon
çalışmaları sürüyor. Bizim Karaköy gibi... Buranın adı Sava ve Türkçe Mahalle
kelimelerinin kaynaşmasından geliyormuş... Ana caddesi Karadordeva Caddesi. Bölgedeki
barok, art nouveau tarzdaki binalar buranın geçmiş hakkında ip uçları veriyor,
şimdi ise ucuz lokantalara, kafelere, dükkanlara ev sahipliği yapıyor. Ayrıca burası
rakım olarak Sava Nehrinden aşağıda
olduğu için sık sık sel baskınlarına maruz kalmış. Şehrin merkezinden buraya gelirken, Knez
Mihailova’dan aşağıya doğru indiğinizde Şehrin çehresi hemen değişecek,
salaşlık, köhnelik gözünüze çarpacaktır, adeta bizim Tahtakale havasında işportacılar,
seyyar satıcılar, döküntü dükkanlar arasından Sava nehrinin kenarındaki Savamala’ya ineceksiniz. Yanınızdan bir sürü göçmen
de koşturacaktır çünkü indiğinizde göreceğiniz park da göçmenlere bedava
yiyecek ve içecek dağıtılmakta... İki köprü arasındaki (Brarkov Most ve Stari
Savski Most) bu bölge bizim için önemli; şehirler arası otobüs ve tren
terminalleri burada. Havaalanından da
buraya geliyorsunuz.
Bölgede bir değişim göze çarpıyor; eski Belgrad Kooperatif binası, çağdaş Sırp mimarisi hakkında bir fikir verirken, klasizim etkisindeki Bristol Oteli, Balkan şehir mimari örneği Manak Evi burada dikkate değer yapılar. Yeni yeni sanat galerileri, lokanta, klüp, bar ve kafeler de buraya canlılık getirmekte. Bu bölgeden geçen otobüs çok, tramvaylar da öyle, bizim hayat kurtaran 2 numaralı tramvayımız da buradan geçiyor.
Ötelere Gidiyoruz
Bu bölümde, yürüyerek gitmekte
zorlanabileceğiniz yerler var. Ama buraya kadar geldik, aramızda bir hukuk
oluştu, tabii ki sizleri yormayacağım, bildiğim her şeyi anlatacağım, nasıl
gidebileceğinizi tarif edeceğim.
Merkezin dışına düşen yerlerden ben Sava Kilisesi,
Ada Ciganlija ve Zemun’a gittim. Sizler hızınızı alamazsanız gidebileceğiniz Yugoslav Tarihi Müzesi (Muzej Istorje Jugoslavije), Çiçek
Evi-Tito Anıtı, Nikola Tesla Müzesi,
Beyaz Saray (Beli Dvor), Prens Milos’un Konağı, Avala Kulesi ve ne manaysa
Afrika Sanatı Müzesi var.
En yakınından başlayalım... Bir Sırp Ortodoks kilisesi olan ve 12 yüzyılda yaşayan Sırp Ortodoks kilisesinin kurucusu Aziz Sava’ya adanan Sava Kilisesi.
Meraklısına
Sava nehrinden 64 metre, deniz seviyesinden
134,50 metre yüksekte, Vracar platosunda kurulduğu için nerdeyse şehrin her
tarafından görülebilmekte. (Aziz Sava’nın
asıl adı Rastko imiş ve kendisi Nemanjic hanedanının kurucusu Sırp
Prensi Nemanja’nın en küçük çocuğu imiş. Hatta 1990-1992 yıllarında Zahumlje’yi
yönetmiş ama gençliğinden beri keşişmiş, Hilandar ve Zica manastırlarını kurmuş
ve İstanbul Patriği tarafından tanınan ilk Sırp başpsikopu olmuş). Burası, 1595
yılında Osmanlı paşası Koca Sinan Paşa tarafından Aziz Sava’nın kalıntılarının
yakıldığı yer olarak kabul ediliyor, o nedenle önemli. Sırp-Bizans özelliklerini taşıyan kilise içindeki haç, 12
metre uzunluğunda ve Yunan tarzı imiş. İç alanı 3850 m2 olan Kilisenin,
dünyanın, hadi o olmadı, Balkanların en büyük ortodoks kilisesi olduğuna dair
bilgiler var. 44 metre yüksekliğinde 4 çan kulesine sahip. Bence 6 yüzyılda yapılan Ayasofya Müzesi (İlk
kuruluş olarak kilise), buradan çok daha büyük ve heybetli duruyor. Kilisenin
yapım fikri 1878’de ortaya çıkmış ama yapımına ancak 1936 yılında başlanmış; ancak
Dünya Savaşı, 1990 dönemi çatışmaları, Yugoslavya hükümet politikası nedeniyle
sık sık inşaası kesintiye uğramış, hala
da yapımı sürüyor. Hatta yapım bitmeden tadilata geçilmiş olmalı ki, başka
resimlerde görülen Kilise tavan ve duvalraı, ben gittiğimde kapatılmış,
inşaat iskeleleri kurulmuştu. İçeride
bir kaç tane yanyana konmuş ikona ve fresko vardı. Kilise aynı anda 10
000 kişiyi alabiliyormuş, 3 koro bölmesi varmış. Kilisenin altında ise, hazine
ve patrik mezarları ve Aziz Prens Lazar Kilisesini içeren bölümler varmış ama görmek imkansız
tabii.
Sava Kilisesinin
bahçesinde, Osmanlılara karşı mücadele eden milli kahramanları
Karacorcelakablı Corce Petroviç’in
heykeli var. Kilisenin hemen yanında da Milli Kütüphane binası bulunmakta.
Sava Katedralinin yanında ise Sava Şapeli var.
Tadilat yok. İlginç, küçük bir kilise.
- Meraklısına
- Dikkatimi çeken bir husus da, Türk ziyaretçilerin bir kısmının Sava Kilisesi hakkında ‘Ne kadar da camilerimize benziyor’ yaklaşımı. Evet, camilere benziyor, daha çok da İstanbul’un fethinden sonra Bizans kültürüyle karşılaşan Osmanlıların yaptığı camilere. Fetih öncesi camilere, Anadolu’nun çoğu yerinde rastlamışsınızdır, neredeyse çatılı, damlı binalardır (Fetih öncesi camilerin en güzel örneklerinden Bursa ve Divriği’deki Ulu camilerdir bence), fetih sonrası camilerde böyle yuvarlak hatlar, kıvrımlar, kubbeler görülüyor ve cami mimarisi bu yönde evriliyor.
- Meraklısına
- Sava Kilisesinde dikkatimi çeken bir şey de ibadet ritüelleriydi; ben daha önce böyle bir ritüel görmediğimden anlatayım dedim. Kilisenin kapısından giren eşikte baş selamı verdikten sonra haç çıkarıyor. Haç çıkarma işlemi baş, işaret ve orta parmakları birleştirip bazen alna ve dudaklara götürülerek, bazen de doğrudan alın, omuzlar şeklinde gerçekleştiriliyor. Kilisenin içine girene kadar bu merasim bir kaç kez tekrarlanıyor. Ama asıl önemlisi, ikonalar ve freskoların karşısına gelince yapılanlar; reverans yapar gibi hafifçe eğilip yerden bir şey yakalıyormuş gibi kol hafifçe sallanıyor, sonra haç çıkarma işlemi tekrar yapılıyor, sonra ikonalar iki yanağından öpülüyor. Aman o Hazreti İsa, Hazreti Meryem ikonalarını, freskolarını ne öptüler, ne sevip okşadılar, anlatamam; artık günahları neyse, ya da yukarıdan ne istiyorlarsa dönüp dönüp öpüyorlardı, sonra mum yakıyorlardı. Her dinin kendi ritüeli var, hepsinin amacı bir, onun için tuhaf diyemeyeceğim ama bana farklı geldi.
Sava Kilisesine, Terazije’den dümdüz Trg
Slavija’ya kadar yürüdükten sonra Kralja Milana’dan devam ederek
ulaşabilirsiniz, uzun bir yürüyüş olur.
Ayrıca Trg Slavijada bu sıralar
onarım-bakım çalışmaları sürüyor. Otobüs ya da tramvayla gitmek isterseniz,
9,10, 14,30,31,33,39,42,47,48,59,78,E7,E9 numaralı otobüs veya tramvaylar sizi
oraya götürecektir. 2 numaralı tramvay ise, Trg Slavija’dan geçmekte.
Bu bölgede,
Taş Meydan’a doğru giderseniz Krunska üzerinde Nikola Tesla Müzesi var.
Nikola Tesla, Belgrad’ın gurur kaynağı, Havaalanına bile ismini vermişler. 1856
yılında Smilijan’da doğan Tesla, 1943
yılında New York’ta ölmüş. Yani Belgrad’la pek alakası yok ama alternatif akım,
yüksek frekans, uzaktan kumada, radyo dalgaları gibi bir çok konuda çalışması
bulunan Tesla, Belgradın fahri hemşerisi gibi... Müzede kendisine ait eşyalardan
bilimsel çalışmalarına kadar geniş bir seçki sergileniyormuş. Ben Müzeye
bilerek gitmedim; hem artık Belgrad’taki müzelerin açık olup olmadığını
anlayamıyorum hem de bilimle aram hoş değil, cep telefonu bile kullanamıyorum,
ne anlarım o deneylerden, aletlerden...
Artık biraz doğayla bütünleşme, biraz nehir
keyfi sürme zamanı. Belgrad’ta yazın
olan tekne turları, kışın elbette ki yok, artık aksini bile düşünmüyorum,
taleplerim azaldı. Ama Aga Ciganlija’ya
da gitmeden olmaz. 16 nehir adasından biri olan ve 7 kilometre uzunluğundaki Ada
Ciganlija, yanındaki Ada Medica ile
birlikte 800 hektarlık bir alanı kapsıyormuş. Most Gazela Köprüsüne yakın olan
Ada içinde 4-6 metre derinliğinde, 4,2 km uzunluğunda bir de göl var ve bir
sürü plaj. Burası yazın hayat bulan bir yer; plajları, spor alanları, barları,
lokantaları ile gayet canlı bir dinlenme alanı iken kışın sadece yürüyüş
yapılan bir park. Ada, yapay bir uzantı ile karaya bağlanmış. Her mevsim güzel
derler ya, öyle bir yer, kışın da
kendine özgü bir güzelliği var. Hemen şehrin yanı başında. Ama yürüme mesafesi
değil. Radnicka üstündeki Ada bağlantısına,
23, 37,51,52,53,55,56,58,85,89,91,92,511,551 numaralı otobüslerle
gelebilirsiniz. Kışın hava iyiyse
yürüyüş yapacak kadar zaman yeterli ama yazın tüm günü geçirebileceğiniz bir
yer.
Şehrin ana kısmında gezdiğim yerler bunlar. Şehre
16 kilometre uzaktaki Avala Kulesine gitmedim, 511 metre yüksekten şehri seyretme
imkanı sunuyormuş ama kış havasında göz gözü göremezken bu sis pus içinde 16 km
öteden göreceğim pek birşey olmaz diye düşündüm. Haa, açık mı, orası da meçhul. Kulenin yanında 1934-1938 yılları arasında
inşa edilmiş Meçhul Asker Anıtı da bulunmaktaymış. Ayrıca Dedinje bölgesindeki Yugoslavya Tarih Müzesi,
Çiçekler Evi olarak da geçen Tito Anıtı da gitmediğim yerler arasında. 1918-2006
yıllarında varlığını sürdüren
Yugoslavya’nın tarihi çok ilgimi çekmedi. Çiçeklerevi ise, 1975 yılında Tito’nın hizmeti
için yapılan bir yer ancak Tito’nun mezarını da içermekte. Dvorski Kompleksi ve Prens Milos’un Konağı da
aynı bölgede Topciderski Parkında yer akmakta.
Konak, kraliyet ikametgahı olarak Hadzi Nikola Zivkoviç tarafından
yapılmış; Prens Milos’un zaman zaman kullandığı Konak, daha sonra kendisi adına
bir müzeye dönüşmüş, 1963 yılında da Sırbistan Tarihi Müzesi olmuş. Dvorski
Kompleksi içinde ise Beli Dvor (Beyaz Saray), Eski Saray (Strai Dvor) ve Kutsal
Havariler Kilisesi mevcut. Beli Dvor, Kral I Aleksandar tarafından kendi
bütçesiyle yaptırılmış ve oğullarının ikametgahı için kullanılmış. Merasim
salonu, ziyafet salonu ve bir zamanlar 35000 kitabın bulunduğu kütüphanesi ile
dikkat çekiyormuş. Binanın yanında
1924-1929 yıllarında Sırp-Bizan tarzında yapılmış beyaz Eski Saray,
hanedanın ikametgahı olarak yapılmış. Burada ayrıca Kutsal Havariler Kilisesi
de mevcut. Ancak bu kompleks ancak Nisan-Ekim ayları arasında ve hafta sonları
ziyaret edilebiliyormuş.
Şimdi Novi Beograd’a (Yeni Şehir) geçelim ve oradaki Zemun
bölgesine.
Meraklısına
Burası Belgrad’ı oluşturan 17 belediyeden biri,
önem kazanması 100 yıl önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun etkisiyle
olmuş. Gerçi eski ve orta taş çağlarında avcı ve toplayıcı topluluklara ev
sahipliği yaptığı yönünde bulgular var; tarımla uğraşan toplulukların ilk
yerleşimi de MÖ 6200’e kadar gidiyormuş. Hatta Avrupa’da ilk işlenmiş bakır
objesi olarak kabul edilen insanımsı bir figür olan Vinca Leydisi de Zemun’da
bulunmuş. MS 1 yüzyılda Keltler’in bu bölgede Taurunum isimli bir kent kurduğu
biliniyor. Daha sonra Roma, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının
idaresine giren bölge, 18 ve 19 yüzyılda önemli bir ticari merkez haline
gelmiş. Bu arada 18 yüzyıl sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu,
Belgrad’ı Zemun’a bağlayınca Zemun birden başkent olarak bulmuş kendini. 1918
yılında Sırplar, Hırvatlar,Slovenlerin oluşturduğu yeni bir krallığa bağlanan
kent, 1934 yılında tekrar Belgrad’a
bağlanmış. Bu nedenle Balkan havasından çok bir Orta Avrupa görünüme sahip bir
bölge burası. Bir ara mafyalarıyla ünlü olan
bölge, şimdi şirin bir sahil kasabası, eğlencenin dibine vurulan bir merkez
havasında. Yani Zemun’un, kışın sakin şehir Seferihisar’dan yazın hızlı şehir Çeşme’ye doğru genişleyebilen bir
alanı var belli ki. Burası yüzen barları, kafeleri, ünlü lokantalarıyla adından
söz ettiriyor.
Bense Zemun’da
buz gibi bir havada, karşımda akan Tuna Nehri ve kıyılarını yaladığı
Veliko Ratno Ostrvo adası manzarası eşliğinde içtiğim Türk kahvesini hatırlayacağım.
Bu arada Belgrad’ta bazıları özel Belgrad kahvesi diyor, bazıları Türk kahvesi
diyor ama bizim kahvemizi büyük fincanlarda içiyorlar. O fincanlarda kahve içtikten sonra fala
baksan sülalenin geleceği bile çıkabilir, o derece kocaman fincanlar...
Zemun’da Aziz Oca Nikolaja Kilisesi, Blazene Device Marje Kilisesi, Bogorodicna
Kilisesi var. Ayrıca yahudi cemaati azalınca önce kültür merkezi, sonra lokanta
yapılan bir sinagog. Öte yandan burada,
Osmanlı hakimiyeti döneminden kalan tek yer, 17 yüzyıldan kalma Prens Savoylu
Eugene’in kaldığı ev ilginç olabilir.1762 yılında yapılan Kalamata ailesine ait
ev de tarihi olaylara ev sahipliği yapmış bir yer. Ama buranın en önemli yeri, eski
adı Janos Hunyadi Kulesi olan Milleniyum Kulesi ... Gardos bölgesinde olan ve
1896 yılında önceden burada bulunan bir kale burcunun yerine yapılan Kule,
Macar hakimiyetinin kutlamaları için düşünülmüş. 200 dinara girilen Kulenin tek numarası, döner
merdivenlerle çıkılan terastan görülen manzara... Ama puslu havada ne gördün
desen, son baharın sisli tonları derim, ilerde hayal meyal Belgrad’tan
kilisenin kuleleri... Kalenin bir yanı gözünüze çarpsa da hakim olan resim
sonbahardı, güzel miydi, evet güzeldi... Kulenin girişinde Cubrilo Sanat
Gelerisi de bulunmakta, ilgilenirseniz.
Buraya Brankov
Most köprüsünden geçip Nikole Tesla Bulvarından devam ederek gelebilirsiniz; bu rotadan gelen 15,84, 704E, 707 numaralı
otobüsler sizi Zemun’a getirecektir. Yeni Şehire bu rotada geldiğinizde, görülecek bir müze var: Çağdaş
Sanatlar Müzesi (Muzej Savremene
Umetnossi)... Burası arası baya mesafeli iki otobüs durağının tam
ortasında, üstelik çok geniş bir ağaçlık alan olan Usce Parkının nehire en yakın
yerinde, yani yürüyerek ulaşmanız çok zor bir noktada. Ön taraftan bir yol var
ama oradan geçen toplu taşıma aracı yok. Yani mecburen uzun uzun
yürüyeceksiniz. Yürüdüm. Kapalıydı.
Buraya gelmişken Novi Beograd’a da bir göz
atmakta fayda var. Burada göze çarpan birbirinin aynısı üç gri gökdelen...
Bence görüntü kirliliği... Burası ağır sanayi bölgesine de bir geçiş. Ancak burada ayrıca sanatçı grupları da
yaşamakta. Çin Mahallesi ve ünlü bir bit pazarı var. Bu bölgenin belki de en
ilginç yanı alışverişleriniz için düşüneceğiniz AVM’ler. Hemen Brankov Most
Köprüsünün yeni şehire girdiği yerde
bulunan Usce AVM bunlardan biri; ben bir tek buna gittim. 78 numaralı otobüsle tam önünde inersiniz.
Ama bölgede Mercator AVM ile Delte City AVM’de var.
Usce Parkı çok güzel bir alan, bol ağaçlı, yürüyüş ve bisikletle gezme yolları var, Çağdaş Sanatlar Müzesine kadar uzanıyor. Bu alanda bir çok lokanta, cafe, bar var, neredeyse hepsi kapalı bu mevsimde. Bu tarafta ve karşı kıyıda yaza hazırlanan yüzen barları görebilirsiniz, tadilattalar.
Buraya kadar geldikten sonra bir de Belgrad’ın
karşıdan resmini çekmek gerek. Tam Brankov Köprüsünün bitiminde, 43 numaralı otobüsün başlangıç durağı var (Bu
otobüs sizi Sava Katedralinden Skadarska’ya kadar bir sürü noktaya
götürebilir). Duraktan nehire doğru yürüseniz, karşıda tüm haşmetiye Belgrad’ı
göreceksiniz. Bu yol boyunca yapacağınız
yürüyüşte eşsiz manzaralara tanık olacaksınız. Savanın çıkışına kadar
yürüseniz, Sava’nın Tuna ile birleştiği noktada karşıda Kaleyi göreceksiniz.
Belki de bu geziden geriye kalan bu görüntü olacaktır.
Şehri Gezerken
Sırplarla ilişkilerimizde önyargılar hakim. Nedenleri
de vardır elbet. Örneğin, 1961 yılında Nobel ödülü alan Sırp kökenli Ivo
Andric’in Drina Köprüsü, zalim Türk imajını pekiştiren bir roman. Eh, yüzyıllar
süren Osmanlı hakimiyeti de güllük gülistanlık geçmemiştir elbette, geriye bazı
önyargılar kalmıştır. Sırplar hakkında ön yargılarda, yakın tarihteki acılı
olaylarla beynimize kazınmış olmalı; soğuk, donuk, hatta acımasız. Gezdim, dolaştım, yedim, içtim ve gördüm ki, birbirinden farklı ama bir o kadar da benzer
insanlarız. Mesela bir sürü ortak kelimemiz var: Çok bariz olarak 'haydi' kelimesini kullanıyorlar, ayrıca konak, badem, şal, torba (çanta anlamında) ... E, Avrupa’da alaturka tuvaleti başka nerede
görebilirsiniz ki. Sonra sokak kedileri; belki bir Cihangir kadar abartılı
değil ama şehrin parçası olacak kadar fazla diyelim. Ve beyaz peynir, kalıp kalıp,
çeşit çeşit beyaz peynir.
Koca şehir, türlü türlü insan yaşıyor
elbette. Habis ruhlarla da karşılaştım
(bir otoparktan geçerken bekçi bariyeri neredeyse üstüme indiriyordu,
kahkahalar atarak), yardımsever
insanlarla da (geleneksel yolumu kaybetmelerimin birinde, navigasyondan
otelimi bulup hiç üşenmeden beni otele götüren kişi mesela). Sonra taksi şoförü; kafam zaten bir dünya, Euro
ve dinarı karıştırınca, beni havaalanına götüren şoföre bahşiş olarak verdiğim
200 Euroyu bana, Ankara’ya ulaştıran şoför ve otel çalışanları için ne desem
az.
Belgrad’ta bir çok Türk markası var ama Türkçe
olarak Kahramanmaraş dondurması yazısını
görünce, Belgrad’ta yoğun bir Türk nüfusu olduğunu düşündüm. Bu arada AVM’lere
gittiğiniz de (ya da Kneze Mihailova’da) LC Waikiki, Coton, Little Big, Tudors,
hatta çakma koku dükkanı D&P ile karşılaşabilirsiniz.
Gezilerde heyecan arayanlara müjde; her yerde
büyüklü küçüklü kumarhane var, hatta bir iki makinelik yerler bile var. Kapalı
yerlerde sigara içilebiliyor, Türkiye’nin o günlerini unutmuşum, şaşırdım. Kafana denen meyhane, tavernaları
var, müzikler farklı olabilir ama eğlence aynı.
Yemekler ise, et ağırlıklı. Knez Mihailova
üstündeki Kolarac’ta ‘ cevabcici su lukom’ dedikleri bizim İnegöl köfte benzeri
bir köfte yedim; kuruydu. Skardarlija’daki lokantaların çoğu tavsiye ediliyor,
ben Dva Jelena’ya gittim, içi peynir ve
kremalı, dışı pastırma sarılı tavuk yedim, krema ve peynire rağmen bu da
kuruydu. Belki Belgrad’taki en güzel yemek, otelimle aynı
sokakta, Marsala Birjuzava üstündeki otantik havalı Mikan’da yediğim etti.
Burada at eti de servis ediliyor ama benim hiç işim olmaz atla, eşekle.
İçecek olarak tüm Balkanlarda rastlayacağınız,
oraların aromalı rakısı diyebileceğim rakiyayi deneyebilirsiniz. Ben ballısını
sevdim.
Ve alışveriş... Yeni şehirdeki alışveriş merkezlerini geçiyorum. Benim tek tavsiyem Kneze Nihaliova’daki Sırp El Sanatları satan toplu satış yerleri. Biri turizm danışma bürosunun hemen yanında. Burada türlü Sırp el işi eşyalar (seramik, cam, örgü işleri, rakiya, şarap) bulabileceğiniz gibi, silahtan porselene, çeşitli antika eşyalar da bulabilirsiniz.
Peki, Belgrad'a Yine Gelinir mi
İşte zor kısım. Belgrad kendi başına nefis bir
şehir, doğayla bütünleşmiş havasına kayıtsız kalmak mümkün değil. Ama gezmesi
zor bir şehir. Belki kış yanlış bir dönemdi.
Şimdi soruyu tekrar bir düşünelim. Belki şöyle cevaplayabiliriz;
Doğa harika ama Avrupa’nın yeni eğlence merkezi
olarak reklamı yapılan bir yerin, kışın şalteri kapatması çok makul görülecek
bir şey değil (Berlin, Amsterdam, Londra, Paris gibi diğer Avrupa eğlence
merkezlerinin kış halini düşünün). O ünlü yüzen barların hepsi ıskartada,
tadilat görüyor. Ayrıca şehrin ana görülecek yerlerinden Milli Müze 10 yıllığına
kapalı, ulaşması gayet zor olan Çağdaş Sanatlar Müzesi kapalı, o kadar yolu
boşuna gidiyorsunuz, müze olarak işlev
gören konaklar kapalı, Beyaz Saray kapalı. Fresko Müzesi ise resmen ziyaretçi
istemiyoruz, diyor. İki ana kilise (Sava
ve Aziz Mark Kiliseleri) tadilatta. Nehirler şehri olan Belgrad’ta nehir
turları (kışın) yapılmıyor. Turistlerin kurtarıcısı turistik otobüs turları
yok. Şehir orman ve nehirle bütünleşmiş durumda ama toplu taşımacılık yetersiz
olduğu için bu ağaçlık arazide bir yerden bir yere ulaşmak oldukça yorucu
olabiliyor (bkz. Çağdaş Sanatlar
Müzesi). Eğlenceymiş; az geldi İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in eğlencesi de buralara
taşınacağız. Hem bana artık bir ince saz yeterli, ne yapayım ‘tekno tekno kop
kop gel’ muhabbetini. Ada Ciganlija’da
yüzme keyfi ise başka konu; Akdeniz’in mavi, berrak sularını bırak gel buraya,
Sava’nın bulanık sularında yüz, bravo, iyi plan. Kısacası, Belgrad mı?
Sanmıyorum.
Ya da;
Belgrad, çok acılar çekmiş bir şehir, haklısını
haksızını düşünmek anlamsız, acıdan payını almış, şimdi kendini yeniden kurmaya
çalışan bir yer, hem de bunu eğlenerek, hayata keyifle bakarak yapıyor. Ortak
ne kadar çok şeyimiz var, şaşarsınız, öyle tanıdık şeyler yaşayabilirsiniz ki,
ben hep buradaydım diyebilirsiniz. Hem bildik, hem değişik lezzetler hoşunuza
gidecek. Hem tanıdık, hem farklı ezgilerde efkarlanıp neşeleneceksiniz. Ayrıca
yetmedi mi gördüğünüz müzeler, katedraller, kaleler; bu sefer de bunları
görmeyiverin, Belgrad’ın verecek bunlardan fazla şeyi
var. Eminin gelecek yazdan aklınızda
kalan bilmem ne zamanından kalma bir
kutsal kitap ya da bir kilise freskosu olmayacak. Ama belki de temmuz sıcağında
içiniz ısınırken ayaklarınız Tuna’nın serin sularında, gözlerinizde huzurlu bir
dalgınlık, içinizde bir Balkan havası ‘bugün güzel bir gündü’ deyişinizi
hatırlayacaksınız gelecek yazdan.
Tercih sizin...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder